15 Eylül 2018 Cumartesi

DEĞİNİ



Yine epey sayıda edebiyat dergisini masama çıkardım.  Ağustos ve eylül ayına ait. Şiir ve dergiler üzerine konuşmak isterim. 13 Eylül 2018 tarihli Yenişafak gazetesinin kültür ve sanat sayfasında, Modern İnsanın Tercihi Öykü başlıklı kısa bir eleştiri metni okudum. Necip Tosun ve Hüseyin Su, günümüz için öykünün şiir türünü geçtiğini söylüyorlar. Gerçi bir önceki gün, gazeteyle verilen Yenişafak kitap ekindeki Hüseyin Su,  söyleşisinde buna benzer şeyler demişti.
Öykü türünde, dergiler bağlamında bir artış, bir sevinç  var. Ancak şiir bu alışkanlığı yıllar önce yaşadı. Öykü, şimdi, şiirin eskitilmiş bu sevinçlerini deneyimliyor.

Şiire gelirsek, şiir her zaman öndedir. Öyküye göre seçkindir.  Beşeri yazının tür olarak alimi şiirdir.  Bu sıfatıyla her zamanki yerini korumaya devam ediyor. Şiirin idare etmediği edebiyat hatta öykü, amacına ve metin olarak da fıtratına ulaşamıyor. İnsan, edebiyata şiirden yayılıyor. Zaman veya çağ da öyle.

İlk dergimiz AKATALPA.  Üç ay önce kapanacağını duyuran dergi, yayıma devam etme kararı aldı. Derginin Eylül 2018 tarihli nüshasında önemli metinler var. Kamil Eşfak Berki burada ilk kez ürün yayımlıyor. Osman Serhat Erkekli günlük yazılarına devam ediyor. Sevil Avşar’ın, Freud’a karşı  sıkı bir eleştirisi bulunuyor. Daha önce de Freud’ü tasavvuf bağlamında yerden yere vuran sıkı bir yazı da 4 Eylül 2018,  Yenişafak’tan, Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’dan gelmişti. Ama Akatalpa’nın son aylardaki sürprizini Ramis Dara,  maniler ile yaptı. Kış Manileri, Yaz Manileri ...önemli metinlerdi. Ancak bu manilerin en doygunu ve derini bu sayıda çıkan Toprak Manileri oldu.

İkinci dergi AYASOFYA. Temmuz - Ağustos sayısı.  İbrahim Tenekeci’nin Ah Ölümden isimli şiiri ile açılıyor, dergi. Ayasofya, tarz ve görüş olarak İtibar- Fayrap arasında bir yol tutturmuştur. Yazar ve şair kadrosu da oldukça kalabalıktır. Bu sayıda öykü soruşturmaları da var.

İTİBAR, Ağustos 2018. Mustafa Akar, Cahit Koytak, Said Yavuz şiirleri ön plana çıkmış, dergide. Genç kuşaklarla yapılan söyleşi geleneği sürüyor. Kitap tanıtımları, özellikle şiirde yeni nesil şairleri vitrine taşıyor. Ancak yine de İtibar, mantalite olarak doksan kuşağına aittir. Bu, derginin ruhundan ve tarzından belli oluyor.

YEDİİKLİM dergisi Ağustos 2018.  Yediiklim, her zaman hem şiir hem öykü dergisi olmuştur. Yine de Türk şirine kazandırdığı şairler ile ünlenmiştir. Dergide Osman Serhat’ın  Ölüme Doğru şiiri,  Nurettin Durman ‘ın Yenildikçe şiiri ve bir de Hatice Çay şiiri öne çıkıyor. Ali Günvar’ın bir metni bulunuyor, dergide. Ama dili ve mantığı yazının, konuyu açıklığa kavuşturamamış. Ömer Lekesiz ve Ali Günvar, önemli konulara ulaşmaya çalışıyorlar ancak kullandıkları dil yordamı onları fena vuruyor.

SEFERBER. Türkiye’nin ilk kırkambar dergisidir. 15 Temmuz Direnişi sonrası döneme aittir. Bu farkı, ruhu okuyucuya hissettiriyor. Konu: Aliya ve Bosna.

FAYRAP  dergisi.  Derginin Ağustos ve Eylül sayısının öne çıkan isimleri şiirde Murat Güzel, öyküde ise Mustafa Nezihi Pesen’dir. İki isim de bilinç-bulunç ve kopuşları tasvir ustası. Aralarında çok benzerlikler var. Metinleri ağızlarından duman çıkaran koşuculara benziyor. Ve pufluyor gibi.


Yeprem Türk


12 Eylül 2018 Çarşamba

İDLİB

İdlib için dönüm noktasındayız.  Bin küsur yıllık medeniyetin evlatlarının ezildiği,  horlandığı, vatanından sürülmeye çalışıldığı yeni cephenin adıdır İdlib.

İdlib, medeniyetimizin kadim bir kentidir. Vatandaşları da bizim vatandaşlarımızdır.  Aynı medeniyet kimliğine sahibiz.
Ancak doksan yıla yakın güdülen Kemalist politika bize bu kimliği unutturdu. Dış politika medeniyet eksenli sürdürülmedi. Dış politika dediğime bakmayın. Kemalist anlayış için öyle. O dış politika şimdi iç politika haline geldi.   İdlip kaybedilirse, insanımız, Türkiye’nin şehirlerinden birini  yitirdiğimiz duygusuna kapılacaktır.

İdlib, elbette Türkiye’nin güvenliği için açılmış, bir paravan cephe değildir. Öz cephedir. Ve şehir halkı da buna paralel olarak Türkiye halkının bir parçasıdır.


İdlib, medeniyetimizin öz yerleşkelerindendir. Medeniyetimiz, burada yerleşik bir düzende olmalıdır. Burası hakikaten geleceğimiz için çok önemli.  Buradan alınacak bir mağlubiyet, bin yıllık medeniyet ülkümüzün orta kuşaktaki yerleşikliğini ortadan kaldırabilir. Ve bize eski görkemli Grek medeniyetinden kalmış küçük bir Yunanistan muamelesi yapılabilir.  

Yeprem Türk

&

Türkiye ne tam anlamıyla Asyacı ne de tam anlamıyla Avrupacıdır.  Ne de diğer manada Avrasyacıdır. Atlantikçiliği saymaya gerek duymuyorum bile.  Aslında Asya’nın da Avrupa’nın da harmanlandığı mekan Büyük Doğu’dur.  Coğrafi anlamdaysa Orta Kuşak’tır.
Büyük Doğu, İslam topraklarını tutan coğrafyanın hem büyük bölümü hem de kalbidir.

Selçuklu işte bu Büyük Doğu mekanının ve irfanının devletidir. Osmanlı bu medeniyetin ikinci devletidir.  Türkiye de bir Büyük Doğu Devleti’dir. Aşamanın üçüncü ayağıdır.

Balkanlar, Bosna... Büyük Doğu coğrafyasının  diğer mekanlarıdır.

Bu kuşakta yaşayan insanlar aynı kimliklere sahiptirler. Bu açıdan, yaşam tarzı ve düşüncesi anlamında bir medeniyet vatandaşlığı kavramı bu topraklarda devreye sokulmalıdır.


Yeprem Türk

&

Gençlere tavsiye vermeyi sevmem. Ama buna da mecburum. Gençler, önce tüm varlıklarla derin bir iletişim, arkadaşlık geliştirin, Vahdeti Vucüd Milleti olun, bunu derinden hissedin; sonra dünya vatandaşı olun; önemlisi de aynı medeniyetin bireyleri olarak bin yıllık medeniyetimizin nefes aldığı yerlerde, şehirlerde yaşayanlarla aranızda bir medeniyet vatandaşlığı, milletliği kurun.


Medeniyetimizin sahip olduğu felsefe, ilim, irfan... tüm külliyatıyla size hayat olacaktır.  Bunu yaparsanız, medeniyet ağacınızın dalında yemyeşil bir yapraksınız. Eğer medeniyet hayatınızın birikimlerinden, verimlerinden faydalanmazsanız, ağacınızın suyu kesilir, kılcal damarlarınız kurur, sararırsınız. Ve bir gazel olarak toprağa düşersiniz. Birileri de gelir, sizi çöp, ‘homo sacer (atık insan) ’ diye süpürür, tarihin kovasına doldurur.


Yeprem Türk

5 Eylül 2018 Çarşamba

&


Ethos millet veya pathos unsurların harmanlandığı millet. Osmanlıda ikisi de mevcuttur, iç içedir. Son zamanları ise Yüce Devlet’in pathos felsefeye bulanarak geçmiştir. Ve yıkılmıştır. Sofular ve Fakıların bu husustaki kavgaları meşhurdur. Aslında ikisi de dengeden uzaklaşıp marjinalleşmiştir.

Ethos’suz pathos; pathos’suz ethos olmaz. Bir gömleğin dikişini düşünün. İçerden ve dışarıdan birbirini kavrar, iki ucu bir araya getirir.  Bir dikiş, bir örüş ortaya çıkarır.

Ethos dil; Pathos dil. Türkçe ikisini de taşır. Tapduk’un Yunus Emre’yi bir mecazla kazana koyup kırk gün kaynattıktan yani çileden çıkarttıktan sonra Yunus’a  ‘Hala dünya kokuyorsun’ deyişi, Yunus’un yaşayış olarak sırf pathos hale gelmeyişi ve bunu reddedişi, ethos satıhta da kalışı, Türkçe’nin nirengi noktasını oluşturmuştur. Yunus burada  hem dünyada yaşayışı hem de beka duyuşunu aynı ahenkte harmanlamıştır.

Y.Türk

DEĞİNİ



Françoıs Rene De Chateaurbrıand’ın Son İbn Sirac’ın Başından Geçenler’ kitabı ilginç bir kitap. En azından benim için öyle. Bir hikaye olmasına rağmen medeniyetimizin Endülüs varyantı hakkında önemli ipuçları veriyor.

Endülüs, özelde de Granada savunulması tam yapılamadan Haçlılara kaptırılan önemli İslam beldeleridir.

Granada’nın son hükümdarının ülkesini savunmadan terk edişi ve  Padul dağının tepesinden kaybettiği ülkesinin hazinli silüetini izleyişi ve annesinin hana söylediği sözün  hala hatıralarda capcanlı kalışı: Erkek gibi savunmasını bilmediğin memleket için şimdi ağla.’, deyişi.
Aslında Endülüs son zamanları bu sözde gizli.

Endülüs pathos bir devlet ve medeniyetle hayat bulmuştu. Çok bilim ve irfan adamı yetiştirmesine rağmen ethos aşamasına geçememişti. Hep pathos bir yordamla teşekkül eden mekan, bir insan ve siyaset algısı oluşturmuştu. İlim, sanat ve politika imgesel düzlemde ve tatlı duygular içinde neşet etmiş, kitabın da söylediği gibi bu da memlekette kahramanlık duygularını yok etmişti.

Olay, atalarının topraklarına gelmiş eski bir Endülüslü olan İbn Hamit’in hayal içre tefekkürleri ve eski medeniyete olan eleştirileri ile doludur. Bence İbn Hamit, aslında pathos geleneğe sırtını dayamış bir medeniyetin nasıl da kolayca yok edildiğini eserde ima etmeye çalışır.
Bilirsiniz İslam tarihinin pathos anlayışı da içeren ilk ethos devleti, Asrı Saadet’ten sonra Selçuklularda filiz vermiş, ardından Osmanlılarla da bir ağaca dönüşmüştür.

Kısacası Endülüs Medeniyeti, tüm devasa verimlerine rağmen, pathos’tan arabeske kaymış ve bu yüzden de kesilmiş bir medeniyettir. Elbette burası Vahdeti Vucud kavramının mayalandığı, fikre dönüştüğü önemli topraklardır. Sakinleri de vahdeti vücut milleti olmuşlardır. Ancak ethos eksiklikten dolayı varlıklarını sürdürememişler, yıkılmışlardır.

Aslına bakarsanız, eserde, son Siraclı İbn Hamit de ataları gibi duygusal, patetik ve pathosvari bir kişiliğe sahiptir.  Ve kaderine de İslam tarihinin Werther’i  olmak kalmıştır.


Yeprem Türk

GÖÇ



Göç, aslında başlı başına felsefi bir olay. Dünyada birçok medeniyetler ve devletler göçler sonrasında kurulmuş, nefes tazelemiştir. Türklerin Anadolu’ya göçü Anadolu’da yeni, yerleşik ve büyük bir medeniyetin ortaya çıkmasına olanak hazırlamıştır. İngiltere’den Amerika kıtasına göç edenler bugün Amerika denen kapitalist devletin temellerini atmışlardır. Büyük İskender devleti bir göç olayı devletidir.

Göç sadece kıtalar arası yer değiştirmekle de olmaz. İlim ve irfan da başka bir yere göç edebilir. Yeni bir vücut ve kimya ile de kendini yenileyebilir, hayatı ihya edebilir. Grek uygarlığının temellerini irfan ve ilimdeki göç atmıştır. İbn Rüşd, İbn Sina, Gazali, imam Maturidi bu türden göçler neticesinde huruç etmiştir.
Peygamberimizin dediği gibi medeniyetler ve ilimler için de ‘seyahatte ihya vardır’.

Son yüzyıllık süreçte ise göç kavramının yerini siyasal ve medeniyet ideolojileri almıştır. Kapitalizm, Marksizm ve İslamcılık aslında insanlarda göç kadar etki yapmıştır. Ancak birçoğu büyük bir medeniyet ortaya çıkaracak kadar güçlü olmamıştır.
Buna rağmen, toplumları tazeleyen şey, bilinen göç olgusundan ziyade yeni dünya projeleridir. Göç, irfani ve zihinsel bir temele kaymıştır.



Y.Türk