22 Ocak 2021 Cuma

DERTLEŞİ

 

İnsandır, dertlenir; dertleşir.

İnsana yaşam ışığı iki yerden gelir. Birincisi tecelli perdesi önündekilerden:  eşyadan, tabiattan. Ama zaman olur bu ışık eskir, senin için ışıltısını yitirir, sana yaşamı dar eder.

Yaşatmak için uğraşmazsın artık hayatını, ömrün için ‘ister yaşa ister yaşama, benden bu kadar’ dersin.

Bahtın da öyle kararır ki, karanlıktaki kara boya kadar. Dünyada ne, her gün aynı saatlerde aynı yerlerde aynı şeylerle olmak kadar bayat, küflü olabilir. Elin bile elinden tutmaz olur.

Bir ara yaşama hevesimi kaybettim. Açıkçası hayatta olmak bana zûl geliyordu. Varlıkların etrafımdaki varlığına; hatta uyuma, uyanma gibi eylemlere katlanacak bile değildim. Bir yerde bittim. İşlerimi Allah rızası için yapmaya başladım: Yemeyi, içmeyi, nefes almayı, yürümeyi…  Böyle böyle biraz ayakta kaldım. Sonra aslında doğru yolda olduğumu anladım. Varlıklarla Allah rızası için beraber olmak bir zaman sonra varlığın penceresini bana bir başka açtı. Varlığa Allah rızası ile yönelmek, Allah’ın varlıktaki tecellisine dönüşüyordu. Varlıkları bu tecelliyle tekrar sevmeye ve onlarla birlikte olmanın zevkine varmaya başladım. Bence yaşamda ikinci bahar felsefesi diye bir kavram varsa, o da budur. Dünya çilesini cennete dönüştürmek gibidir.

Aslında bitmesi birinci baharın, sonlanmasıdır tecelli perdeleri önünden gelen ışığın. Bu ışıkla beslenmeye diretirsen, yaratılışın kızgın örsünden alınıp soğuması için bir odaya bırakılmış buz gibi nala benzersin.

Ama bakarsan, girersen sönen bir baharın ardındaki gerçek bahara. İşte tekrar ısınırsın varlığını hohlaya hohlaya. Geçersin Allah’a giden bir sapağı daha.


yeprem Türk

26 Aralık 2020 Cumartesi

Türk Şiiri 2020 Yıllığı ( Kuruluş, Ocak - Şubat 2021, Sayı 43)

 


Yıllık hazır. Basıma göndereceğim. Üzerinde epey çaba sarf ettim. Nurettin Durman’la başlar, Turgay Demirel ile biter.  Başka ne diyeyim. İyi okumalar dilerim.

Epeydir, şiirin dışı değişiyor sadece; içi değişmiyor. Aslında iç değişse dış da daha sağlıklı değişecek. Bu iç monotonluğun sebebi de şiirin tezsizliğinden kaynaklanıyor. Genelde şiirimize kart bir dil hâkim.

Bizden önceki kuşakların bir sorunu bu: Tezsizlik. Seksen ve doksan kuşağından, sonrasına devrediyor. Onların şiirleri ve bu şiirlere uygun poetikaları var ama bir tezleri yok. Seksen kuşağı ve doksan kuşağı bu açıdan kardeş. Hakan Şarkdemir, Hece’deki bir söyleşmede: ‘ Genç sanatçıya şairleri sorduğunda da Ahmet Arif diyor, Nazım Hikmet diyor. Mesela Serkan Işın demiyor, Hayriye Ünal demiyor, Murat Üstübal demiyor'* (279) şeklinde konuşmuştu. Bunun sebebi şairin tezsizliğidir. Tez dediğim şey aslında bir dünya görüşüdür. Ama millete, topluma yayılabilecek bir dünya görüşü. Çünkü geçmişten geleceğe hayat tezlerle ulanır.  Yunus ‘ta Vahdet tezi var, Akif’te Kurtuluş tezi, Necip Fazıl’da Büyük Doğu tezi, Sezai Karakoç’ta Diriliş tezi.

Örneğin doksan kuşağının birçok şairi şiir yazdı. Ve üç beş de deneme kitabı. Tezi yok, şairin. Bazıları şiirini ve poetikasını var etti ama bir yaşam felsefesi üzerine konuşamadı. Doksan kuşağı şairleri, şiirlerinin poetikası adına çok metin üreten bir kuşaktır. Ama yine de şiirlerini iyi anlatamadılar. Bunun nedeni elbette tez yokluğudur.

Türk şairinin üç görevi vardır:

-Şiir

-Poetika

-Tez

Doksan kuşağındakiler görevlerini eksik yaptılar. Tezsiz şairler kuşağındandırlar. Şiir, poetikayı ortaya çıkarsa da ikisini ortaya çıkaran güç tezdir. Tezsiz poetikaların fazla bir önemi de yoktur.

                                                                                                                                                                  (Türk Şiiri  2020 Yıllığı,  Sayfa 1)


İkinci Yeni’den sonra gelen beş şiiri önemsiyoruz. Bunlar: Felsefî Şiir, Neo-epik Şiir, Göçebe Şiir, Hece Şiiri ve Biçimci Şiir. Biçimci şiirde İlhami Çiçek, Mustafa Irgat ve Onur Ünlü’nün yerleri oluşmuş durumda. Felsefî Şiir'de Yücel Kayıran önemli ve benzersiz bir mevki edindi. Göçebe Şiir'de Osman Çakmakçı belirginleşti ve orijinal bir şiir birikimi ortaya çıktı.  İbrahim Tenekeci ve Süleyman Çobanoğlu Modern Hece Şiir'in okunan iki şairi. Neo-epik Şiir'le Hakan Arslanbenzer epik şiire yeni bir nefes üfledi.  Zannediyorum ki, bizden sonra gelen kuşakların da ilgileri şiir ve poetik olarak bu beş sütun üzerinde gezer.

Her kuşağın ya da şairin şiirine bir kök bulması icap eder. Seksenler şiiri deyince örneğin Şeyh Galib, Yahya Kemal, Ahmet Haşim üzerinden gelen bir hat çekilir. Neo-epik Şiir'de ise Nefi’den, Namık Kemal’den, Akif’ten, Tevfik Fikret’ten ve İsmet Özel’den günümüze inen epik şiir belirginleşir. Bizde ise Türk şiirinde tez oluşturabilmiş, tezli şairler öne çıkar.  Yunus, Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’tan gelen bu hat şiirimizi belirler.

Şiire ilk büyük tez verme alışkanlığı Yunus ile başlamıştır. Tezi: Vahdet’tir. Aynı akıl,  modern Türk şiirine epiğe dönüşerek Akif tarafından yüklenmiştir. Birincisi 1000’li yıllara kadar yazılıp konuşulan ve geride büyük külliyatlar bırakan Vahdet-i Vücût düşüncesi. Bu birikim, şiirimizde Yunus gibi büyük bir şair çıkararak meyve vermiştir. İkincisi de bu yüzyılın başına kadar Hz. Ali Cenkleriyle, Dede Korkut anlatılarıyla ve Karac’oğlan gibi halk şairleriyle birike birike gelen epik damarın Akif ile zirveye oturmasıdır. Nasıl ki Vahdet-i Vücût yazını ve kültürü şiirde Yunus’u çıkarmışsa, bu epik birikim de Akif’i hazırlamıştır. Tüm şiir tarihimizde mistik şiirde -ben tasavvuf şiiri demeyi yeğlerim- kubbe Yunus iken epikteki kubbe de Akif’tir.

Yunus ‘ta Vahdet tezi var, Akif’te Kurtuluş tezi, Necip Fazıl’da Büyük Doğu tezi, Sezai Karakoç’ta Diriliş tezi. Bizde de Kuruluş tezi.  Yani bizim şiirimizin tarihe iniş basamaklarını tezli şairler belirler.

                                                                                                                                                               ( Türk Şiiri 2020 Yıllığı , Sayfa 2)


NOT: Benden yıllık istemeyin. Gönderemem. Hem yorgunum, hem de kendime bir tane ayırıp diğerlerini dağıtıyorum.  Kahramanmaraş’tan arayanlar için söyleyeyim: Hotel LaVilla’nın resepsiyonundan edinebilirsiniz.  İstanbul’daysa Kadıköy ve Üsküdar iskele büfelerinde bulunur, yıllık.  Dağıtım ayın beşinde.


Yeprem Türk

20 Aralık 2020 Pazar

VS.

 

Yeni şiir kitabım bitti. Ama hemen yayımlamayı düşünmüyorum. Halil Cibran’ın, Ermiş kitabına yaptığı muameleyi ben de bu kitabıma çekmek istiyorum. Elimin altında uzun süre daha tutmak arzusundayım yani. Ama uzun süre bu derece soluksuz çalışmak yorucu bir şey. Şimdi önümde son kırklamam olacak bir eserin müsveddeleri var. Belki hazirana onu da bitiririm. Kafamda bitti çünkü. Kağıda indirmek kaldı.

Uzun süreli kapalı mekânlarda kalmak yoruyor insanı. Yasak zamanlarda dolaştım dolaşmasına da, yukarı balkondan bir beyefendi seslenirdi bana ‘Yahu senin dolaşma kağıdın mı var, hep geziyorsun’. Kuşlara yem vermek için meydana indiğimi söylerdim, ben de.

Kuşlar, dedim de aklıma geldi. Kuşlara alışmayın bence. Bırakması zor. Kadıköy meydanında sabah saatleri beni bekliyorlar. Beni görünce önce serenat yapıp öyle iniyorlar, önüme. Paramı da bayağı tırtıklıyorlar üstelik.

Hazirandan sonra yatmak için bile iç mekânlara girmeyi düşünmüyorum. Bahçemizde, Kahramanmaraş’ta ağaçlar var. Ağaçların altında gecelemek, uyumak dilerim.

İnsan ışığı, güneşi özlüyor. Ruhta tatlar olduğu gibi doğadan gelen lezzetler de var. Beden, bunu hep ister. Eski Grek, bu anlamda ağzının tadını bilen bir uygarlık. Ve Afrika.

İşte ikisini de içeren bir eser paylaşıyorum.


Gerçi, Luciano Pavarotti, James Brown’a sesinin çatlak çatlak olmasından dolayı alaycı gülümsemeler sarf ediyor, ama bence Brown’un sesinde L. Pavarotti’nin yapamayacağı kadar ince motifler var.

 

Y. Türk

14 Aralık 2020 Pazartesi

&

 

Bu yıl epey dergi okudum. Bunun bana masrafı ağır oldu. Hakan Arslanbenzer, Buzdokuz okumak istediğini ama derginin fiyatının 20 lira olduğunu duyunca almaktan vazgeçtiğini söylemiş. Ben kırk lira verdim, ikisini de aldım. Dergilere ve kitaplara verdiğim parayla İstanbul’da bir daire satın alınabilirdi.

Ama Hakan Arslanbenzer, Buzdokuz’u okumamakla bir şey kaybetmiş olmaz. Son beş yıldır, neredeyse tüm dergileri sayı sayı okudum. Ama artık dergilerdeki metinlere güvenim de sarsıldı. Çünkü serdedilen fikirler genellikle ya çalıntı ya da modifiye işi.

Örneğin Buzdokuz’un iki sayısında öne çıkan peotik görüşler şöyle: (Bir kısmını daha önce yazmıştım.)

-         Hakim estetiğin reddi ilkesi: Bir Orhan Veli klasiğidir.

-         Çıkmazlık: Yücel Kayıran’ından epey duyduğum şey. Kayıran, aporia, der.

-          Şiirde çıkarsızlık, karşılıksızlık: Eren Safi bir ara Fayrap’ta Allah rızası için şiir başlıklı bir metin yazmıştı, o anlamda bir şey.

Tek özgün olan fikri ise derginin, şiiri oyun içinde görmesidir. Necip Fazıl’ın ‘Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...sözünün çelik çomak kısmına sahip çıktığını ciddi ciddi beyan etmesidir.


Yeprem Türk

Nobel Edebiyat Ödülü

 


Nobel  Edebiyat Ödülü

Nobel  Edebiyat Ödülleri eskiden ses getirirdi. Şimdi ise ancak dergilerin değini kısımlarında kısaca yer alabiliyor. Büyük edebiyatçıların Kıta Avrupa’sında olmamasıyla ilgili bir durum, bu. İsveç Akademisi 2020 yılı edebiyat ödülünü daha önce tanıdığımız bir Amerikalı şaire verildi. Louıse Glück’e.  Glück, Amerika şiirinin son halkası. Sıradan, şarkı sözleri tadında bir şiiri var şairin. Yeni çağda pek bir Amerikan şiiri yazıldığı da söylenemez. Düşünün Ezra Pound’dan Glück’e. Amerikan edebiyat tarihi açısından söylüyorum, bin Ezra Pound bir Yunus etmez, Yunus Emre’den Sezen Aksu’ya demek gibi bir şey, bu iniş çizgisi

Bir Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in dengi diyebileceğimiz bir kişilik yok artık Batı şiirinde.  


Y. Türk

&

 

Emevîlerle birlik, halifeliğin saltanata dönüştürüldüğü söylenir. Halifelik, ümmeti temsil eder. Saltanat  ise temel itibariyle kabilevî olanı. İbn-i Haldun; devlet ve iktidarın, deneyim ve gözlemlerinden yola çıkarak, asabiyye kuvvetiyle doğduğunu yazmıştır. Aslında saltanatla kabilevî olan arasındaki sıkı bağı da göstermiştir.

Ona göre iktidarın başlangıçları kabilevîdir. Ama daha sonra da halk bu kuruluş aşamasını unutup iktidarı benimser. Ama bu benimsemede iktidarın, kabilevî olanı aşması ve genelleşmesi önemli bir etkinliktir.

Kureyş kabilesinin, M.S. 440 yılında Mekke’yi alması önce kabilevî asabiyye iledir. Ama Kureyş’in Mekke’de tüm halka açık bir katılım siyaseti uygulaması onu kabilevî asabiyeden kurtarıp medenî sahaya taşımıştır. Kureyş, toplayan toparlayan manasına gelen bir kelime. Kureyş demek birlik demektir, şehirdeki herkes demektir. Kureyş’in önderliği bu nedenle herkes tarafından benimsenmiştir. Efendimiz’in ‘imamlar Kureyş’tendir sözü’ toplumdaki ortak duyguya ve ideaya vurgu yapar.

Osmanlıda oluşan saltanat kavramı da bir bakıma Kureyş’in siyaset anlayışını temsil eder. Kabilevî olandan başlar, medeniyete ve halifeliğe sıçrar.

 Yeprem Türk

 

 

&



Cins dergisi sayı 59’da Sevmek üstüne dosya gibi bir şey yapmış. Ali Ural ve Ali Ayçil ile söyleşilmiş. İkisinin de söyledikleri, şiirleri ve yazdıkları tarzıma uzak şeylerdir. Ali Ayçil, Sezai Karakoç’un ‘ Suna dedimse sen, Leyla dedimse sen’ dizesi için diyor ki ‘Ben bu öznesizleştirmenin tehlikeli bir şey olduğunu düşünüyorum. Suna dediğimizin Suna, leyla dediğimizin Leyla olması gerekir. Bu muğlak, muhayyel, bedensiz, afaki sözlerle bir ilişki nasıl mümkün olabilir. ‘
 

Daha önce de Mehmet Aycı ‘Sezai Bey’in ‘ Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız’ dizesi için niye boş yere koşalım ki şeklinde bir şey söylemişti.

Yani aslında doksan kuşağının pozitivist zihnini yansıtır bu yorumlar. Mevlana’yı, Yunus’u pek anlamazlar; doksan kuşağında olanlar.

Ben, doksan kuşağının birçok sakat ve boş düşüncesinin olduğunu biliyorum, bu nedenle onlardan etki almadım. Bu görüşleri nedeniyle olsa gerek doksan kuşağından eleştiri metinleri çıktı ama büyük şiir çıkmadı.

Sanki bana zihniyet olarak İkinci Selanikçiler gibi geldiler hep.


Yeprem Türk