30 Eylül 2017 Cumartesi

&

Milletimizin içinde yetiştiği, beslendiği, beslediği bin yıllık bir İslam ümranı, geleneği vardır. Ve bu geleneğin ana taşıyıcısı Osmanlı Devleti iki yüzyıl öncesinden aşama aşama bu yeteneğini kaybetti. Bu da ortaya aynı ümranı hangi yapı taşıyacak sorununu ortaya çıkardı.


Neredeyse Cumhuriyetin ilanının yüzyıl öncesinden inşa edilmeye başlanan Türkiye aynı yapıyı, ümranı taşıma maksadı güdülerek kuruldu. Aslında bu amaca matuf akideler, duygular, ontolojik unsurlar Kurtuluş Savaşı’nın da temelini beslemiştir.  Buraya kadar da Osmanlı’dan kalıp da şarka doğru parçalanan milletimiz bu hususta Anadolu ile el birliği etmiştir. Ancak yeni rejim kurulunca işler başkalaşmış, Ankara’daki günün rejimi, Anadolu ile şark arasına kalın duvarlar örmüştür.  Bu istekten, bu başarıdan onları soyutlayarak dışlaştırmıştır. Bu, doğuda Türkiye’ye büyük umutlarla bakanları küstürmüş, hayal kırıklığına uğratmıştır. Ve Türkiye ara ara Adnan Menderes ve Özal ile bu tavrı bitirmeye kalkmışsa da bu durumun tükenmesi 2000’lere taşmıştır.  

Yeprem Türk

ÜMRANIN TEKLİĞİ


Genel olarak tarihte, her medeniyet bir devletle, bir milletle, kültürle adlandırılır. Ve bu vaziyet, medeniyetin veya ümranın zindelik ve kuvvet bakımından zirvesini gösterir. Bir kültür, bir medeniyet, bir millet; çok devlete dağılıp parçalanmışsa bu da medeniyetin çürüdüğüne, çöktüğüne ve ümranın azaldığına şahitlik eder.

Geçmişte, önce Selçuk Devleti, sonra Osmanlı Devleti bir medeniyeti tek millet tek devlet çatısı altında toplayarak medeniyetin ve bir kültürün devamına kaynaklık teşkil ettiler. Osmanlıdan sonra medeniyet de kültür de millet de Şark coğrafyasına dağıldı. Bugün aynı ümran ve millet içinde, aslına beylikler diyebileceğimiz bir sürü devletçik çeşitleri türedi.  


Ve bu yapılar son yüzyıllık süreç içinde öyle bir hale büründü ki, doğal bünyeleri ile rejimleri arasında zıtlıklar oluştu. Bugün Sünni Kürtlerin de Arap Sünnilerinin de yaşadıkları ümran havzasında, halkın vücutları ile başları uyumsuz halde. Halk hala medeniyetimizin, kültürümüzündür ancak onları yöneten başlar Batılılarındır. Bu da Osmanlının dağılırken bir çöküş ve kopuş süreci inşa edememesinden kaynaklanmaktadır.


Yeprem Türk

26 Eylül 2017 Salı

&

Türk şiirinin, doğa’ya karşı mesafeli oluşu dikkat çeker.  Bunun sebebi, bu unsurun pratikte pek işe yaramamasıdır.

Doğa felsefesini, nihayetinde sistemleştiren ekoller, muntazam olarak eski Yunan felsefesinden doğmuştur. Gerçi bu disiplinle ilgilenen filozofların teorilerinin kısır döngüye sahip olması ve hayata yansımaması buradan istenilen sonucun alınmasına engel olmuştur.

Sadece bizdeki Vahdeti Vücut kavramına karşı Panteist bir bakış açısı geliştirmiş oldular, Grekler. Vahdeti Vücut’ta merkez Tanrı’ya aittir.  Ve Allah doğayı, varlığı yaratır. Ve her şey eninde sonunda Fahrüddin-i Iraki’yi referans alıp söylersek O’nun tecellisidir. Ve kendiliğinden varlığı olmayan şeylerde fiil nasıl olabilir. Onlarda iktidar nasıl bulunabilir? (Lemeat).   Oysa Stoacılar için doğa neredeyse Tanrı’nın bir devamıdır, uzvudur.

Sonraları J. J. Rousseau, Antik doğa felsefesini naturel bir romantizm içinde tekrar diriltmeye çalıştı. Amerikalı Henry David Thoreau, meseleyi sivil itaatsizlik ile buluşturarak, modern toplumdan veya yaşantısından doğaya kaçış şeklinde marjinalleştirdi.

Türk şiirinde, bütün bu durumların pek karşılıkları olmadı. İsmet Özel bu yordama ‘doğadan bir vahiy bekledimse boşuna’  şeklinde karşılık verdi.
Bilirsiniz Hay Bin Yakzan’ı. Adada yaşayan ünlü yalnız. Kendi varlık sırrına ermek için önce doğayı anlamaya çalışır. Sonra özünü bilen Rab’bini bilir diyerek kendisini keşfeder, ardından Rab’bini bulunca da müşahede makamına çıkar ve orada kalır.  Varlık-ben-Tanrı (İbn-i Sina, Tanrı için özne der) arasında yolu dairsel olarak yürür durur. Molla Sadra ise bu durumu bir seyr u suluk ve seruven, olarak kodlar Ama başat unsur hep Yaratıcıdır. Ona göre Tanrı yoksa ben de yoktur.  Sanırım Yunan felsefesiyle, doğadan ilham bekleyen şiirle aramızın iyi olmamasını bu durum açıklar. Çünkü bu üçgende Yunan felsefesi  baş rolü doğaya yükler.  Gerçi sonraları, Avrupa’da, Descartes, düşünüyorum öyleyse varım  diyerek, bu üçlemede baş aktörlüğü ‘ben’ e verdi. 


Y.Türk

KARAR’IN ÜÇLEMESİ

Karar Gazetesi’nin 2017 yılında yaptığı üç teklif vardı. Bunlardan bir tanesi,  milletimizin kök olarak Romalı bir temele dayanabileceği önermesiydi. Gerçi bunu, yüz yıldır Avrupa’ya toz kondurmayan bir zihnin artık bu bahiste ileri gidip Avrupa’nın köklerine de talip olması şeklinde anlamalıdır.

İkincisi, Hakan Albayrak’ın bazen de iç düşünce sayfasında çokça okuduğum PYD ve Kürtçülük eksenindeki ortaya çıkan ayrılıkçı hareketlere çanak tutmak çabasıydı. Gerçi binlerce Müslüman Arap’ı katlederek kendine yer açan PYD’ye ve onun eksenindeki diğer hareketlere herhangi bir konuda destek vermek Türkiye’ye de bir Müslüman’a da yakışmazdı.

Üçüncüsü 23 Eylül 2017 tarihli aynı gazete düşünce sayfasında Evrim Teorisi’ni reddetmenin ya da yok saymanın bize bir şey kazandırmayacağı fikriydi. Gerçi ben bu yazıda İskender Öksüz’ün ‘Bilim Dine Din Bilime Ne söyler? Başlıklı yazısındaki sorunlu birkaç cümleyi tartışacağım. İskender Öksüz, ‘Müslüman düşünce tarihinde evrimin bilimini değil de felsefesini yapan, evrimi tarif eden birçok büyük isim var, diyor. Ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın  Marifetname’sinde evrimle ilgili pasajların olduğunu söylüyor. İbrahim Hakkı’nın pasajı da şöyle :

‘…Madenlerle bitkiler arasındaki geçit varlık mercandır.  Çünkü mercan katılıkta taş gibidir ve bitki gibi çok küçük parçalar halinde denizin dibinde bitip suyun üstüne çıkıp sertleşir. Bitkilerle hayvanlar arasındaki geçit varlık hurma ağacıdır. Hurma bir bitki olmakla birlikte, tıpkı hayvan gibi erkeğine yakın olmadıkça meydana gelmez. Başı kesilince ölür, kurur, yaprak ve meyvesi kalmaz. Hayvanlarla insanlar arasındaki geçit varlık maymundur. Çünkü bütün organları, kılları ve kuyruğundan başka insana benzer…’

Evrim teorisyenlerine göre insanın üç aşaması vardır. Birinci aşama Homo Habilis’tur. Yani insanın dört ayak üzerinde doğduğu vaaz edilir bu kavramla. Akabinde insan, Homo Erektus aşamasına geçer yani ön iki ayaklarını el olarak kullanmayı öğrenir ve ayağa kalkar. Sonraki safhada insan, Homo Sapiens halini alarak araç yapmaya, zekasını kullanmaya ve ilkel de olsa medeniyetin ilk adımlarını yürümeye başlar.

Oysa İbrahim Hakkı’nın Marifetnamesi hiç de böyle söylemez. Allah madenleri yaratırken maden tabakasına madenle başlar aynı tabakayı madenle bitirir. Bir dairenin en üst en mükemmel haline ulaşıp onu orada bırakır. Ve diğer alemin unsurlarını yaratmaya geçer. Her bir alem kendi sınırları içinde bir alemdir, bir alem diğer bir aleme taşmaz. Bitkileri de bitki ile başlatır hurma ile bitirir. Yani hayvan tabasını yaratırken onun önceline bir bitki çeşidini koymaz. İnsanın da halk oluşu hayvan türünden el almaz. Eğer öyle olsaydı ilk hayvanın hurma olması gerekirdi.


Bu pasajı her yönüyle evrimciler yanlış anlamıştır. Ve bu metni Darvin Teorisine dayanak yapmak bu iki görüş arasındaki farkı bilmemektir.


Y.Türk 

23 Eylül 2017 Cumartesi

Biçimciler



Modern Türk Şiiri’nde biçimci ilk yenilikçi diyebileceğimiz hareketi Şeyh Galib’in başlattığı doğru. İsmet Özel’in de dediği gibi Şeyh Galip, şiiri ya da ilhamı bireysel bir alana taşımakla Türk şiirinde hem şekil hem de ruh anlamında büyük kırılma yaşattı. Ama ondan sonra gelen yenilikçi damarlar, biçimdeki yeniliğin yenilikçi ruhuna bazen denk gelse de birçok kez bu ruhu biçimle buluşturmakta zorlandı.  Bugün temel anlamda bir ruha sahip iki biçimci şiirden bahsedebiliriz.  Birincisi Orhan Veli, Ece Ayhan, Metin Eloğlu üzerinden gelen bir biçimcilik. Bu akış, Natama ve Şerh gibi dergiler üzerinden devam ediyor. Bu şiir, ruhunu düşünce olarak Marksizm, ateizm, avestaizm, azınlık psikolojisi, yeraltı yaşantısı ve bunların toplamı olan gezi şeysinden devşirir. Kişilik olaraksa ise şizofranik bir personaya sahip olduğu söylenebilir, bu şiirin.  


diplo’it

o.


birdik, bir adam öldürdük ve aramızda tartışıyorduk
biraz da birdir oynuyorduk neşeliydik iyi ki geberdi:
halayı çektik diriyi gömdük ne yaptıysak aksi içindi
bir sıfır içindi bir sıfır için bir sıfırın içiydi bir

sonra sayıları saydık birbirine vurduk filan
ikinci çığlıkta evreni pek salyangozsuz bıraktık
.

                                              Tan Babür (Şerhh, 5)



Diğer bir kanal ise, Şeyh Galip, Orhan Veli, Asaf Halet Çelebi, İlhami Çiçek, Cahit Zarifoğlu, Onur Ünlü gibi şairlerle var olan ayrı bir mecra. Türk edebiyatına kalıcı bir külliyat bırakan mecra da bu çevredir. Özellikle Hece ve Fayrap’ta yazılan birçok biçimci şiir bu temelden besleniyor.



Yeprem Türk

&

Bayrak, milletçe, imanımızın ruh kumaşından inşa edilmiştir. Ve emin beldeleri gösterir. Büyük bir medeniyetin simgesidir. Bir yerde ay yıldızlı bayrağımız varsa bu, şu anlamdadır. Muhammediyiz, emin yerdesiniz, hür ve güvendesiniz.  Ve biz bayrağımıza benzeriz. 

Bayrağımız zaman ve mekanda hep bu minval üzeredir.  Milletin, manevi ve maddi planda bir nimetidir, bayrak.  Bayrağa saygısızlık, toplumca bir zilleti çağırabilir. Bozguna, dağılmaya, kaosa yol verebilir. Bayrağa hürmetsizlik eden,  kendi kadim ruhuna saygısızlık eder. Bayrak, bizi bize gösteren büyük manalarımızdan biridir.


Y.Türk

&




Bayrağımız, insanların ve coğrafyaların tevhididir. İslam insanının bir karakter üstündeki tezahürüdür. Duru, emek sahibi, samimidir. Bu yönüyle de aslında yaşamış, yaşayan, Allah izin verdiği sürece de yaşamaya devam edecek bir İslam işaretidir. Vatan ve medeniyet mimarimizi, tutumumuzu gösterir. Muhammed’in cemalinden olanları işaret eder. Yani kişiliğin ve mekanın ana unsurundandır. Başlı başına bir ulu birlik konusudur. Milletimize bir toplanma ve imece çağrısıdır. Bu yönüyle dünyada, Peygamberimizin ‘Livaül Hamd’ adındaki ahret bayrağını ansıtır. 


Yeprem Türk