26 Aralık 2020 Cumartesi

Türk Şiiri 2020 Yıllığı ( Kuruluş, Ocak - Şubat 2021, Sayı 43)

 


Yıllık hazır. Basıma göndereceğim. Üzerinde epey çaba sarf ettim. Nurettin Durman’la başlar, Turgay Demirel ile biter.  Başka ne diyeyim. İyi okumalar dilerim.

Epeydir, şiirin dışı değişiyor sadece; içi değişmiyor. Aslında iç değişse dış da daha sağlıklı değişecek. Bu iç monotonluğun sebebi de şiirin tezsizliğinden kaynaklanıyor. Genelde şiirimize kart bir dil hâkim.

Bizden önceki kuşakların bir sorunu bu: Tezsizlik. Seksen ve doksan kuşağından, sonrasına devrediyor. Onların şiirleri ve bu şiirlere uygun poetikaları var ama bir tezleri yok. Seksen kuşağı ve doksan kuşağı bu açıdan kardeş. Hakan Şarkdemir, Hece’deki bir söyleşmede: ‘ Genç sanatçıya şairleri sorduğunda da Ahmet Arif diyor, Nazım Hikmet diyor. Mesela Serkan Işın demiyor, Hayriye Ünal demiyor, Murat Üstübal demiyor'* (279) şeklinde konuşmuştu. Bunun sebebi şairin tezsizliğidir. Tez dediğim şey aslında bir dünya görüşüdür. Ama millete, topluma yayılabilecek bir dünya görüşü. Çünkü geçmişten geleceğe hayat tezlerle ulanır.  Yunus ‘ta Vahdet tezi var, Akif’te Kurtuluş tezi, Necip Fazıl’da Büyük Doğu tezi, Sezai Karakoç’ta Diriliş tezi.

Örneğin doksan kuşağının birçok şairi şiir yazdı. Ve üç beş de deneme kitabı. Tezi yok, şairin. Bazıları şiirini ve poetikasını var etti ama bir yaşam felsefesi üzerine konuşamadı. Doksan kuşağı şairleri, şiirlerinin poetikası adına çok metin üreten bir kuşaktır. Ama yine de şiirlerini iyi anlatamadılar. Bunun nedeni elbette tez yokluğudur.

Türk şairinin üç görevi vardır:

-Şiir

-Poetika

-Tez

Doksan kuşağındakiler görevlerini eksik yaptılar. Tezsiz şairler kuşağındandırlar. Şiir, poetikayı ortaya çıkarsa da ikisini ortaya çıkaran güç tezdir. Tezsiz poetikaların fazla bir önemi de yoktur.

                                                                                                                                                                  (Türk Şiiri  2020 Yıllığı,  Sayfa 1)


İkinci Yeni’den sonra gelen beş şiiri önemsiyoruz. Bunlar: Felsefî Şiir, Neo-epik Şiir, Göçebe Şiir, Hece Şiiri ve Biçimci Şiir. Biçimci şiirde İlhami Çiçek, Mustafa Irgat ve Onur Ünlü’nün yerleri oluşmuş durumda. Felsefî Şiir'de Yücel Kayıran önemli ve benzersiz bir mevki edindi. Göçebe Şiir'de Osman Çakmakçı belirginleşti ve orijinal bir şiir birikimi ortaya çıktı.  İbrahim Tenekeci ve Süleyman Çobanoğlu Modern Hece Şiir'in okunan iki şairi. Neo-epik Şiir'le Hakan Arslanbenzer epik şiire yeni bir nefes üfledi.  Zannediyorum ki, bizden sonra gelen kuşakların da ilgileri şiir ve poetik olarak bu beş sütun üzerinde gezer.

Her kuşağın ya da şairin şiirine bir kök bulması icap eder. Seksenler şiiri deyince örneğin Şeyh Galib, Yahya Kemal, Ahmet Haşim üzerinden gelen bir hat çekilir. Neo-epik Şiir'de ise Nefi’den, Namık Kemal’den, Akif’ten, Tevfik Fikret’ten ve İsmet Özel’den günümüze inen epik şiir belirginleşir. Bizde ise Türk şiirinde tez oluşturabilmiş, tezli şairler öne çıkar.  Yunus, Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’tan gelen bu hat şiirimizi belirler.

Şiire ilk büyük tez verme alışkanlığı Yunus ile başlamıştır. Tezi: Vahdet’tir. Aynı akıl,  modern Türk şiirine epiğe dönüşerek Akif tarafından yüklenmiştir. Birincisi 1000’li yıllara kadar yazılıp konuşulan ve geride büyük külliyatlar bırakan Vahdet-i Vücût düşüncesi. Bu birikim, şiirimizde Yunus gibi büyük bir şair çıkararak meyve vermiştir. İkincisi de bu yüzyılın başına kadar Hz. Ali Cenkleriyle, Dede Korkut anlatılarıyla ve Karac’oğlan gibi halk şairleriyle birike birike gelen epik damarın Akif ile zirveye oturmasıdır. Nasıl ki Vahdet-i Vücût yazını ve kültürü şiirde Yunus’u çıkarmışsa, bu epik birikim de Akif’i hazırlamıştır. Tüm şiir tarihimizde mistik şiirde -ben tasavvuf şiiri demeyi yeğlerim- kubbe Yunus iken epikteki kubbe de Akif’tir.

Yunus ‘ta Vahdet tezi var, Akif’te Kurtuluş tezi, Necip Fazıl’da Büyük Doğu tezi, Sezai Karakoç’ta Diriliş tezi. Bizde de Kuruluş tezi.  Yani bizim şiirimizin tarihe iniş basamaklarını tezli şairler belirler.

                                                                                                                                                               ( Türk Şiiri 2020 Yıllığı , Sayfa 2)


NOT: Benden yıllık istemeyin. Gönderemem. Hem yorgunum, hem de kendime bir tane ayırıp diğerlerini dağıtıyorum.  Kahramanmaraş’tan arayanlar için söyleyeyim: Hotel LaVilla’nın resepsiyonundan edinebilirsiniz.  İstanbul’daysa Kadıköy ve Üsküdar iskele büfelerinde bulunur, yıllık.  Dağıtım ayın beşinde.


Yeprem Türk

20 Aralık 2020 Pazar

VS.

 

Yeni şiir kitabım bitti. Ama hemen yayımlamayı düşünmüyorum. Halil Cibran’ın, Ermiş kitabına yaptığı muameleyi ben de bu kitabıma çekmek istiyorum. Elimin altında uzun süre daha tutmak arzusundayım yani. Ama uzun süre bu derece soluksuz çalışmak yorucu bir şey. Şimdi önümde son kırklamam olacak bir eserin müsveddeleri var. Belki hazirana onu da bitiririm. Kafamda bitti çünkü. Kağıda indirmek kaldı.

Uzun süreli kapalı mekânlarda kalmak yoruyor insanı. Yasak zamanlarda dolaştım dolaşmasına da, yukarı balkondan bir beyefendi seslenirdi bana ‘Yahu senin dolaşma kağıdın mı var, hep geziyorsun’. Kuşlara yem vermek için meydana indiğimi söylerdim, ben de.

Kuşlar, dedim de aklıma geldi. Kuşlara alışmayın bence. Bırakması zor. Kadıköy meydanında sabah saatleri beni bekliyorlar. Beni görünce önce serenat yapıp öyle iniyorlar, önüme. Paramı da bayağı tırtıklıyorlar üstelik.

Hazirandan sonra yatmak için bile iç mekânlara girmeyi düşünmüyorum. Bahçemizde, Kahramanmaraş’ta ağaçlar var. Ağaçların altında gecelemek, uyumak dilerim.

İnsan ışığı, güneşi özlüyor. Ruhta tatlar olduğu gibi doğadan gelen lezzetler de var. Beden, bunu hep ister. Eski Grek, bu anlamda ağzının tadını bilen bir uygarlık. Ve Afrika.

İşte ikisini de içeren bir eser paylaşıyorum.


Gerçi, Luciano Pavarotti, James Brown’a sesinin çatlak çatlak olmasından dolayı alaycı gülümsemeler sarf ediyor, ama bence Brown’un sesinde L. Pavarotti’nin yapamayacağı kadar ince motifler var.

 

Y. Türk

14 Aralık 2020 Pazartesi

&

 

Bu yıl epey dergi okudum. Bunun bana masrafı ağır oldu. Hakan Arslanbenzer, Buzdokuz okumak istediğini ama derginin fiyatının 20 lira olduğunu duyunca almaktan vazgeçtiğini söylemiş. Ben kırk lira verdim, ikisini de aldım. Dergilere ve kitaplara verdiğim parayla İstanbul’da bir daire satın alınabilirdi.

Ama Hakan Arslanbenzer, Buzdokuz’u okumamakla bir şey kaybetmiş olmaz. Son beş yıldır, neredeyse tüm dergileri sayı sayı okudum. Ama artık dergilerdeki metinlere güvenim de sarsıldı. Çünkü serdedilen fikirler genellikle ya çalıntı ya da modifiye işi.

Örneğin Buzdokuz’un iki sayısında öne çıkan peotik görüşler şöyle: (Bir kısmını daha önce yazmıştım.)

-         Hakim estetiğin reddi ilkesi: Bir Orhan Veli klasiğidir.

-         Çıkmazlık: Yücel Kayıran’ından epey duyduğum şey. Kayıran, aporia, der.

-          Şiirde çıkarsızlık, karşılıksızlık: Eren Safi bir ara Fayrap’ta Allah rızası için şiir başlıklı bir metin yazmıştı, o anlamda bir şey.

Tek özgün olan fikri ise derginin, şiiri oyun içinde görmesidir. Necip Fazıl’ın ‘Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...sözünün çelik çomak kısmına sahip çıktığını ciddi ciddi beyan etmesidir.


Yeprem Türk

Nobel Edebiyat Ödülü

 


Nobel  Edebiyat Ödülü

Nobel  Edebiyat Ödülleri eskiden ses getirirdi. Şimdi ise ancak dergilerin değini kısımlarında kısaca yer alabiliyor. Büyük edebiyatçıların Kıta Avrupa’sında olmamasıyla ilgili bir durum, bu. İsveç Akademisi 2020 yılı edebiyat ödülünü daha önce tanıdığımız bir Amerikalı şaire verildi. Louıse Glück’e.  Glück, Amerika şiirinin son halkası. Sıradan, şarkı sözleri tadında bir şiiri var şairin. Yeni çağda pek bir Amerikan şiiri yazıldığı da söylenemez. Düşünün Ezra Pound’dan Glück’e. Amerikan edebiyat tarihi açısından söylüyorum, bin Ezra Pound bir Yunus etmez, Yunus Emre’den Sezen Aksu’ya demek gibi bir şey, bu iniş çizgisi

Bir Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in dengi diyebileceğimiz bir kişilik yok artık Batı şiirinde.  


Y. Türk

&

 

Emevîlerle birlik, halifeliğin saltanata dönüştürüldüğü söylenir. Halifelik, ümmeti temsil eder. Saltanat  ise temel itibariyle kabilevî olanı. İbn-i Haldun; devlet ve iktidarın, deneyim ve gözlemlerinden yola çıkarak, asabiyye kuvvetiyle doğduğunu yazmıştır. Aslında saltanatla kabilevî olan arasındaki sıkı bağı da göstermiştir.

Ona göre iktidarın başlangıçları kabilevîdir. Ama daha sonra da halk bu kuruluş aşamasını unutup iktidarı benimser. Ama bu benimsemede iktidarın, kabilevî olanı aşması ve genelleşmesi önemli bir etkinliktir.

Kureyş kabilesinin, M.S. 440 yılında Mekke’yi alması önce kabilevî asabiyye iledir. Ama Kureyş’in Mekke’de tüm halka açık bir katılım siyaseti uygulaması onu kabilevî asabiyeden kurtarıp medenî sahaya taşımıştır. Kureyş, toplayan toparlayan manasına gelen bir kelime. Kureyş demek birlik demektir, şehirdeki herkes demektir. Kureyş’in önderliği bu nedenle herkes tarafından benimsenmiştir. Efendimiz’in ‘imamlar Kureyş’tendir sözü’ toplumdaki ortak duyguya ve ideaya vurgu yapar.

Osmanlıda oluşan saltanat kavramı da bir bakıma Kureyş’in siyaset anlayışını temsil eder. Kabilevî olandan başlar, medeniyete ve halifeliğe sıçrar.

 Yeprem Türk

 

 

&



Cins dergisi sayı 59’da Sevmek üstüne dosya gibi bir şey yapmış. Ali Ural ve Ali Ayçil ile söyleşilmiş. İkisinin de söyledikleri, şiirleri ve yazdıkları tarzıma uzak şeylerdir. Ali Ayçil, Sezai Karakoç’un ‘ Suna dedimse sen, Leyla dedimse sen’ dizesi için diyor ki ‘Ben bu öznesizleştirmenin tehlikeli bir şey olduğunu düşünüyorum. Suna dediğimizin Suna, leyla dediğimizin Leyla olması gerekir. Bu muğlak, muhayyel, bedensiz, afaki sözlerle bir ilişki nasıl mümkün olabilir. ‘
 

Daha önce de Mehmet Aycı ‘Sezai Bey’in ‘ Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız’ dizesi için niye boş yere koşalım ki şeklinde bir şey söylemişti.

Yani aslında doksan kuşağının pozitivist zihnini yansıtır bu yorumlar. Mevlana’yı, Yunus’u pek anlamazlar; doksan kuşağında olanlar.

Ben, doksan kuşağının birçok sakat ve boş düşüncesinin olduğunu biliyorum, bu nedenle onlardan etki almadım. Bu görüşleri nedeniyle olsa gerek doksan kuşağından eleştiri metinleri çıktı ama büyük şiir çıkmadı.

Sanki bana zihniyet olarak İkinci Selanikçiler gibi geldiler hep.


Yeprem Türk

 

19 Kasım 2020 Perşembe

NOT


Devlet Şiiri kavramını bünyem benden daha iyi biliyor.  Dedim ki bir dizemde ‘Meni beni ta nerelerden getiren gemi’

Bu mısraımın temeline aşağıdaki metinleri koymak isterim. Devlet Şiiri galiba böyle bir şey.

 

1.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

 (Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk)


 

2.

İnsan bedeninin başlangıç ve sonunu bildirir.  

Ey aziz, malûm olsun ki; filozoflar demişlerdir ki: Bedenlerin başlangıcı ve sonu topraktır. Nitekim Hak Taâlâ Kelâm-ı Kadim'inde: "Sizi yerden yarattık; yine ölümünüzden sonra sizi toprağa döndüreceğiz. Hem de ondan sizi başka bir defa aha çıkaracağız." (20/55) buyurmuştur. Zira ki yukarıda açıklandığı üzere yıldızların şualarının tesirleri ile dört unsur toplanıp, kaynaşmaları bir miktar itidal buldukta; toprak kendi suretini terkedip, bitki suretine gelir. O bitki ya ekmek veya hayvan yemi olur. Böylece ekmek ve hayvan, insan gıdası olduğundan, sözü edilen kuvvetler bu minval üzere hizmetlerinde bulunup; çekme kuvveti, ki iştihadır, gıdayı çekip, tutma kuvveti hıfzedip, hazmetme kuvveti pişirir. Ayırt etme kuvveti kalını inceden ayırıp, itme kuvveti kalını bağırsaklar yolundan çıkartıp gider. Bu durumlar, kuvvet ve zayıflığa göre iki saatte veya üç saatte veya dört saatte midede meydana gelir ki, ona ilk hazım derler. Sonra inceyi, ciğer kendine çekip sözü edilen kuvvetler midedeki işlemleri bir daha orada işlerler. O zaman orada kesif olan dört kısım olu ki: Bir kısmı dalağa gidip siyah köpük olur. Bir kısmı safra kesesine gidip safra olur. Bir kısmı böbreğe gidip sidik olarak mesaneyi bulur. Bir kısmı akciğer tarafına gelip, göğüste balgam olur. Bu durumlar dahi kuvvet ve zayıflığa göre iki, üç, dört saatte ciğerde meydana gelir ki, buna ikinci hazım derler. Onda kalan latif halis kan olup, ana damarlara ve azaya akıp gider. Bu kuvvetler, işlemlerini bir daha damarlar içinde belirli bir müddetle tamamlarlar ki, buna üçüncü hazım derler. Bu hazmın tortusu deliklerden çıkıp; kulak kiri, çapak, burun kiri, kıl, tırnak, ter ve uzuvların kiri olur. Eğer bunlardan fazla o tortudan bir nesne kalırsa akıntı, nezle, yara, cerahat gibi hastalıklar olur. Damarlar içinde kalan latif kanın her cüz'ü bir uzva bölünüp, şekil verme kuvveti  o cüzleri bulunduğu uzuvlar rengi ile tasvir eylediği halde, o kuvvetler o işleri o müddette o damarlar içinde bir dahi ederler ki, buna dördüncü hazım derler. Bu hazmın kalıntısı bedenden eksilen kısımları doldurur, tamamlar. Belki fazla et ve yağ olup, o cismi güzel ve yağlı eder. Kalan latifin özünü, üreme kuvveti erkeklerin sulbüne çekip, onda meni eder. Kadınların göğsüne çekip, onda hem meni ve hem süt eder. Sonra o gıda hülasası olan meni, belirli bir kuvvette birleşme vasıtası ile kadınınki ile birleşir. Rahme düşer. Orada kırk güne dek meni suretini terk edip, kan pıhtısı suretine gelir. Yani uyuşmuş kan olur. Ve bir kırk gün daha geçtiğinde yani seksen gün sonra o kan pıhtısı et parçası olur. Üçüncü kırk gün tamamında yani yüzyirmi gün sonunda o et parçası içinde kemikler, sinirler, damarlar, uzuvlar, etler, yağlar, saçlar, tırnaklar vücuda gelir. Dördüncü ay tamamlandığında ceninin bütün azaları olgunlaşıp, onda hayvanî ruh tasarruf sahibi olup, göbek bağı yolundan gıdası kan olur. Çünkü nutfe rahimde karar bulup: Evvelki ayda zühalin terbiyesinde olur. İkinci ayda müşterinin terbiyesine gelir. Üçüncü ayda merihin, dördüncü ayda güneşin, beşinci ayda zührenin, altıncı ayda utaritin ve yedincide ayın terbiyesini bulur. O halde eğer yedi aylık doğarsa o çocuk yaşar. Eğer sekiz aylık doğarsa ölür. Zira ki, sekizinci ayda zühalin terbiyesine gelir. Zühal, soğuk ve kuru olduğunda tabiatı ölüm olur. Eğer dokuz aylık doğarsa müşterinin terbiyesinde olduğundan ölmez, yaşar. Zira ki müşteri rutubetli ve sıcaktır, tabiatı hayat olur. Anlatılan başlangıç yolunu, Hak Taâlâ beyan edip buyurmuştur: "Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde) az bir su nutfe yaptık. Sora o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış verdik. Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şani ne yücedir!" (23/12- 14) Bu tafsilin özü böyle olmuştur ki: İnsan bedeninin madde ve aslı topraktır. Toprak önce bitkiye gelip, ya ekmek veya hayvan yeygisi olmuştur. O ekmek ve hayvan insan gıdası olup, ondan erkeklerde ve kadınlarda meni suretini bulmuştur. Sonra ana rahminde nutfe, kan pıhtısı, et parçası olup; kemik, sinir, damar, et ve yağ ile dolmuştur. Sonra ya kız veya erkek oldukta; ruh bulup, doğup ortaya çıkmıştır. Ya yaşayıp kemalini bulmuştur. Veya akıl baliğ olmayıp çocuk iken ölmüştür. Halbuki feleklerin hareketleri ve yıldızların şuaları ile toprak unsurunun bin cüz'ünden ancak bir cüz'ü bitki olur. Bitkinin bin cüz'ünden bir cüz'ü ancak ekmek ve hayvan olur. Hayvanın binde biri ancak insan gıdası olur. Gıdanın bin cüz'ünden bir damlası meni olur. Bin damla meniden ancak bir damlası rahme düşer. Rahimlere düşen nutfelerden binde biri çocuk olarak doğar.

İbrahim Hakkı, Marifetnâme


Yeprem Türk  

BUZDOKUZ. Sayı 1


BUZDOKUZ. Sayı 1. Dergiyi Hakan Şarkdemir ve Hayriye Ünal çıkarıyor gibi. En azından Buzdokuz’un şiir anlayışına bu iki ismin sanat yordamları hâkim. Kökende Dada’ya bağlı olduklarını izhar ediyorlar. Hâlâ şairlere torbadan kelime çekmeyi öneriyorlar. Dada hareketi ilginçti. Bizim halk şairlerimiz bu şiir akımına tanıklık etselerdi,  kısa yollu adlandırma alışkanlıklarının bir sonucu olarak Dada’ya, Tombala Şiir diyebilirlerdi.   

2020 yılında Türkiye’de çıkan bir derginin bu akımı kök kabul etmesi ve sırtını ona vermesi hayli ilginç. Epey de bir gericilik.

Bu akımın halk içine etkisi hipy'ler çıkarması ile olmuştu. Yani Dada’nın sonucu: Hipy’lerdir. Onlar da yaptıklarının bir manasının olmadıklarını anlayıp hayal kırıklıkları içinde mistisizme, anlama yöneldiler. Yaralarına ilacı orada buldular. Yücel Kayıran’ın bir dizesinde dediği gibi ‘Anlam insanı iyileştirir’.

 

Hakan Şarkdemir’in ‘İleri Şiir’ kavramı var dergide. Ve ileri şiiri şöyle tanımlıyor, Şarkdemir.  1. Kültürel habitusa karşıdır. 2. Hiçbir estetik ve politik muhite bağlanımı yoktur.  3. Yıkmak barbara özgü bir eylemdir. İleri Şiir egemen dili yıkar.

Bu ifadeleri kültürel habitusa karşılık bakımından ölçelim önce. İleri Şiir ifadesi, modernizmin ürettiği ileri toplum, ileri düşünce vb. fikir havuzunun bir devamı, bir ifade biçimidir aslında. Kavram olarak içine doğduğumuz anlayışa mahsustur. Tabiî Batı’nın kültür sahası içinde ya bu habitus, ona bir şey demez Şarkdemir, terakkisinin bir gereği olarak.

 

Hiçbir estetik ve politik muhite bağlanımı yoktur. Bu bağlamda Hakan Şarkdemir, İleri Şiir adına tüm söylediklerine işte Deleuze de böyle düşünür, Clegg ve Guttmann’in söylediği şu cümleler de yazımı ve düşüncemi destekler mahiyetinde referanslar getirmiş şiir düşüncesine. Madem tüm estetik ve politik muhitleri reddediyorsun, neden görüşünü bu şairlerin ve sanatçıların görüşleri üstüne bina ediyorsun. Onları da ötelemen gerekmez mi? Gerekir elbette.

Hâkim estetiğin reddini en iyi yapan kişi: Şems’tir. Şu, bunu dedi; bu şunu dedi’ yi bırakıp ben ne diyorum, derdine düş, anlamında şeyler söylemiş, Şems. 

 Dergide öne çıkan diğer bir öneri de: Şiirin çıkmazda olmakla ilerleyeceği düşüncesidir. Bunu da zaten Turgut Uyar’dan biliyoruz. 

Yama Şiir için de Buzdokuz bir şeyler söylemiş. Onu konuşmak bile abes. Osman Serhat Erkekli, benim bir şiir kitabımdan dizeler seçerek Olağan Şiir’in son sayısında (16) bir Yama Şiir yapmıştı. Yazdığı demiyorum, yaptığı yama şiirdi Erkekli’nin.  Eskiden beri olan bir şey bu, bizim şiirimizde. 


Yeprem Türk


13 Kasım 2020 Cuma

&

 

Batı ile İslam dünyası arasındaki fikir farkını Endülüs ve Selçukluda; eylem farkını ise Osmanlıda görürüz.

Endülüs ve Selçuklu tarihi medeniyetin kandil dönemi, Osmanlı meşale çağıdır.

Kandil birikimi, meşale eylemi anlatır.

Meşale, medeniyetimiz adına 1071’de yakılır.

Batı aklı, 1071’e bu meşale yakılana kadar dağınık bir akıldı.

Batı toplumlarını ortak bir zemin arama duygusuna 1071 ruhu iter.

Türklerin Anadolu’da ilerleyişi onları Haçlı seferlerine götürür.

Malazgirt Gazası olmasaydı, bugün bir Avrupa ruhu da olmayabilirdi. 

1071, Mehmet karakterinin ve Europa’nın şekillendiği yer.

O günden sonra yeryüzü siyaseti, Osmanlının ve Batı dünyasının satranç oyunu gibi.


Y. Türk

KAYGUSUZ Temmuz- Ağustos 2020 Sayısı İçin.

 


Dergide tashih isteyen bilgiler var. Gençler sanırım pek okumadan yazıyorlar. Dergilerin halk nezdinde okunmadığını söylerler epeydir. Toplumun bu konudaki tavrına katılırım, okumasınlar zaten okuyup da ne yapacaklar. Çoluk çocuk yazıyor artık dergilerdeki metinleri, zırvaları. Buradan geriye göz yorgunluğu kalır sadece.  

Salim Nacar, Muhammed Sarı’nın bir görüşünü teyid ederek yazısında paylaşmış. Muhammed Sarı, Cenap Şahabettin’in  ‘Münacat’ şiirini ilk deist münacat olarak saymış. Oysa yanlış bir karar, bu. Hem Türk şiirinde hem İslam şiirinde hem dünya şiirinde ilk deist münacat değildir, bu şiir. 

‘Söyle ey Tanrı! Dizlerin nerede’ mısraından dolayı bir şiiri deizme dahil ederseniz, yanılırsınız. Musa’nın ümmi çobanının söyledikleri de buna benzer bir şeydir.

Kısaca söyleyeyim: Bu söylem deist değil, antropomorfist bir deyiştir. 

Muhammed Sarı 15 Temmuz Şiiri Meselesi adlı yazısında ‘15 Temmuz, yukarıda zikrettiğimiz dönüm noktalarına nispetle çok dar bir çevrede cereyan etmiş; tarafları, sebepleri ve akıbeti üzerinde toplumsal bir uzlaşı bir yana ayrışma ve kararsızlığın öne çıktığı; sayısız istihbarî ve adlî müdaheleyle her gün şekil ve renk değiştiren bir hadise.’ demiş. Vatanını koruyan halkı, şehitleri suçlu çıkarmış. Oysa gün geçtikçe 15 Temmuz Direnişi’nin önemi daha iyi anlaşılıyor. Ve bu direnişte hiçbir siyasi uzantı yoktur. Halk sokağa çıkmasaydı, siyasiler ne yapabilirdi ki. Hiçbir şey. 

Dergide ayrıca 15 Temmuz Şairliği, küçültücü bir ifade ile ele alınıyor. 15 Temmuz Direnişi’ni küçümseyen halkını, tarihini, şehitliği küçümser.  15 Temmuz Direnişi şairi olmak, büyük bir onurdur.

Kaygusuz da şiirden, fikirden çok kin var.  


Yeprem Türk

20 Ekim 2020 Salı

KURULUŞ Kasım- Aralık 2020 YIL 7 - SAYI 42



 

DERGİDEN NOTLAR

 

***

Şimdiyse şiirde bu deneyim kayboldu. Etkilenme endişesi ise aşıldı. Artık dergilerdeki şiirlerde bir başkasının deneyimini dönüştürme dönemi başladı.

Bir dergiden bir dize veriyorum: ‘Adımın anlamını soruyorum bin yıllık sözlüğe’ . Oysa İbrahim Tenekeci, bu sorunun cevabını yıllar önce vermişti. ‘Adımın anlamı seni sevmektir’ şeklinde bir mısra yazmıştı.

Yücel Kayıran, bir dizesini, ufak farklılıklarla değiştirip ondan yeni bir mısra çıkaran genç bir şairi sosyal medya hesabından faş ettiğinde, delikanlı sadece ‘Abi iyi yakalamışsın’ demişti.

Bunlara daha onlarca örnek ekleyebilirim.

Deneyim ağır bedel istiyor ve şair buna yanaşmıyor. Başkalarının dünyasına, deneyimine ve ürettiklerine modifiye yapıyor.

***

 

Birinci Kızılelma, Malazgirt Gazası ile başlar ve İstanbul’un fethine kadar sürer.  Artçı rüzgârıyla da Avrupa’nın içlerine kadar etki eder. Yani 11. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar olan süreç, Kızılelma’da birinci maceramızdır. İlk Haçlı seferlerinin ortaya çıkmasına da bu ‘Kızılelma’ sebep olmuştur. 1071, bizim Kızılelma’mıza temel teşkil ettiği gibi Haçlı Seferlerini de başlatan tarihtir. Batı’nın tarihini derinden etkilemiştir. Son bin yıllık Batı tarihi, 1071 etkisini kırmak üstüne inşa edilmiştir.


***

 

Tüm müminlerin ilahîsini söyledi, Libya’da, Ömer Muhtar. Bir anlığına bu ilahî söndürüldü. Şimdi, o ilahî kaldığı yerden söylenmeye devam ediyor.  Ve bu ilahî, bize Ömer Muhtar’ın şahsında Libya’nın maziden ses veren selamı, yaşamı, uyanışı. Sadece dostlara gidecek kadar mahrem, derin, içli bir kelamı. Ve daim kalacaktır onun mümin hatıraları, kahramanlığı ve gök kubbemizdeki yâdı.


Y. TÜRK



4 Ekim 2020 Pazar

EK

 

Gazetelerin kitap eklerini incelemeyi severim. Hepsini edinmeye çalışıyorum ama bazı ekleri kaçırıyorum. Bazen de biriktirip toptan okuyorum. 15 Ağustos 2020 tarihli Yenişafak kitap eki önümde. Dikkatimizi çeken yazı din âlimi, diplomat, gazeteci, dünyanın sayılı antropologlarından Talal Asad’ın ‘Seküler Çeviriler’ ana başlıklı kitabı üzerine olan metin. Talal Asad, 2020 yılında basılan bu kitabında demiş ki ‘Modern dünyanın yaratılmasında Avrupa’nın genişleyişinin ilk dönemi, tipik şekliyle üstün ve sürekli gelişen savaş teknolojisinde ve bu teknoloji yoluyla ifade bulan bir şiddet pahasına gerçekleşmiştir.’ Aslında biz bunu altı yıl önce yayımlana ‘İnsan, bir dünya klasiğidir .’ adlı eserimizde yazmıştık. Batı, aslen teknolojisi, sahip olduğu üstünlükleri veya kendi ürettikleri medeniyet meyveleriyle nazarları üzerine çekmedi…Batı; Doğu'yu işgal etmeseydi, orda şu kadar cinayet işlemeseydi. Yerlileri öldürmeseydi. ...silahlar geliştirmeseydi, kimse Batı'nın kendisinin de ilminin de teknolojisinin de bu kadar dehşetle farkında olmayacaktı. Ve kimse,  Batı'nın üstünlüğünü kabul etmekten ziyade, ondan korunmak adına,  onu taklit edip Batılaşmaya çalışmayacaktı.'

Ömer Yalçınova, Ekrem Demirli ile tasavvuf üstüne söyleşi yapmış. Okunmasını tavsiye ederim.  Ekrem Demirli de deneyimin bir referansa dayanmasına vurgu yapıyor.

Diğer önemli bir eleştiri metni Trump ve Çağın Yalanları Üzerine. Trump bence yalan sanatında bir numara. Ve modern çağ, dünyayı yalana ve sahteye doyurdu. Asılsızlık bir numara idi. Ama artık sahtenin, yalanın saltanatı da çöktü. Daima yalan gider, hakikat gecikse de geri gelir.


Yeprem Türk

DERGİLER

  

Acemi, Ocak- Şubat 2020. Şiir pek gözükmez dergide. Şiir derken gerçek şiir. Romantik ve duygucu bir dile sahip şiirleri. Hani bir zamanlar radyoda sunucular tarafından okunan şiirlerden. Bu işin en yüksek noktasını galiba Attila İlhan yaptı. Sonra şiir okuma eylemi Bedirhan Gökçe ve İbrahim Sadri ile devam etti.  Neyse bizim mevzumuz bunlar değil. Gerçek şiirin dışında olan şeyler bunlar. Dergi Acemi olunca, işte bunları yazıyoruz.

Dergi notlarını çoğu kez dergileri anlatmak için değil, kendimi biraz kazmak için kaleme alırım. Sunuş yazısında W. Shakespaere’in sözü öne çıkmış: ‘Önce hayaller ölür, sonra insanlar.’ Yahya Kemal de  ‘İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar  demişti.

Kadıköy metni, Yahya Kemal’in bir zamanlar ezansız semtler eleştirisi gibi. Metinde kiliselerden ve her şeyden bahsedilmiş ama camilerden ses yok. En azında Osman Ağa Camii konu edilebilirdi.  Afife Jale’nin ilginç bir hayat hikâyesi var. Selahattin Pınar’ın da öyle. Sanatçı olmak topraklarımızda hep risk taşıyor. Geçim gailesi zor zanaata dönüşüyor.

İlknur Şimşek, eğitim ve yoksulluk ilişkisi adlı metinde17. Yüzyıl insanı John Locke’un bir sözünü alıntılamış: ’ Tanrı dünyayı Âdem’e  ve onun soyundan gelenlere verdiğine göre, dünya ortak mülk olduğuna göre nasıl oluyor da bütün nimetlerden herkes eşit olarak yararlanmıyor.’ Locke, özgürlük konusuna dair sık sık değinir. Referans da kabul edilir. Ama Locke, aynı zamanda bir köle taciridir. İlginçtir, Batılı düşünürlerin çoğunda buna benzer şekilde metin- kişilik zıtlaşması vardır.  Batılı filozoflar yazdıklarını yaşamak konusunda acayip falsolar veriyorlar.

 

Yedi İklim, Sayı 359. Şiir ve ideoloji meselesini tartışıyor girişteki ‘Edebiyatın Ufku’ yazısı.  Ali Haydar Haksal, Tolstoy üzerine düşünmüş. Epey alıntılı bir yazı. 

 

Türk Edebiyatı, Mart 2020. Abdurrahim Karakoç’un bir zamanlar Elbistan Postası’nda yayımlanmış atışmaları var. Muhatabı ise Ahmet Çıtak ve Kâmil Bozkurt. Okunmasını öneririm. Ömer Seyfettin ölümün yüzüncü yılında epey hacimli ve detaylı bir şekilde düşünülmüş, konuşulmuş. Ömer Seyfettin, başlangıçta güzel bir hayatın içine doğuyor. Köşkte. Sonradan tüm imkânlarını kaybediyor. Sahipsiz ölümüne dek geliyor. Sanki Osmanlının yazgısını paylaşıyor.

Ayrıca öne çıkan bir metin: ‘Giderayak Hive’.  Şehir yazılarını hiç kaçırmayan biriyim.

 

EDEBİYAT ORTAMI, Mart- Nisan 2020. Yerli şiirler ve yabancı lisandan çevrilmiş şiirler var. Mevlânâ’nın şiiri dışındakiler pek dolgun değiller. Sayfa sayısı bir edebiyat dergisi için fazla. Bilim ve araştırma dergisi mahiyetinde. Tam olarak o da değil. Hantal. Metinlerinin bir zevki, bir yordamı yok. Gelişigüzel toplanmış metinler bütünlüğü. Son yıllarda çıkan İslamcı dergilerin özelliği oldu, bu tutum. Üslup kayboldu.  Ali Emre ile yapılmış bir söyleşi var. Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyübi romanları üstüne. Buradan bir alıntı: …Nurettin Zengi. Müslüman Şark’ın hem kılıcı, hem kalkanı, hem kandili olmuş. Hayatın birçok ünitesini ayağa kaldırmış. Bilge ve çalışkan kadınlarla, yiğit ve coşkulu adamlarla gerçek bir İslâm baharı oluşturmuş. Öyküde ve eleştiride ise seçkin bir tavır gütmüyor, Edebiyat Ortamı.

Mehmet Kayır, Prof. Dr. İbrahim Gürses’in ‘Sufî Kişilik Psikolojisi’ adlı kitabını tahlil etmiş. Oradan bir alıntı: İlhamın kaynağı şüphesiz tektir. Ancak vesileleri pek çoktur. Bu vesileler; bazen bir düşman, bazen bir âşık, bazen bir maşuk, bazen aşkın kendisi olur…’

Halit Yıldırım, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u üstüne düşünmeler yapmış.  Bu romana yazılmış ilk kasaba romanı, demiş. Nedenini ise şu şekilde bağlamış: Zira Kuyucaklı Yusuf’a kadar yazıla yerli romanların ana konusu yanlış Batılılaşma sorunu iken Kuyucaklı Yusuf’ta toplumsal yapının aksayan yönleri, kırsal kesimde ezilen köylüler, ahlâkî çöküntü ilk defa bu romanda ele alınmıştır.

Yazının sonunda ise, Alaaddin Karaca’nın bu roman özelinde söylediği ‘Türk edebiyatında J.J. Rousseau’nun isyan ve doğaya dönüş felsefesinden kaynaklanan başkaldırı temasını işleyen ilk romandır’ görüşünü katılarak paylaşmış. Buna itirazımız var. J.J. Rousseau’nun doğaya dönüş felsefesi ağır sanayi sonrası gelen kapitalizmin kirlettiği şehir anlayışından etkilenerek oluşmuş düşüncedir. Kuyucaklı Yusuf’ta böylesi bir mekân yok. Kasaba doğa ile iç içedir, zaten. İkincisi de Kuyucaklı Yusuf’ta doğaya dönüş arzusu değil fıtrata, bozulmamış insana varma arzusu belirgindir.

 

Lâ Dergisi, Sayı 15, Şubat- Mart 2019. Şiir ve Şair üstüne düşünülmüş. Şiir bulamadım bu sayıda. Alaattin Karaca ‘edebiyatın sivilliği’ merkezli bir söyleşi vermiş. Diyor ki ‘Bence gerçek sanatkâr, sadece kendisine ezelde üflenen ruh/nefes dolayısıyla varoluşsal/fıtrî bir refleksle, eserinin ilk özünü oradan/fizikötesinde alır.’ Karaca’nın çoğu şiir görüşleri Sezai Karakoç’un söylemiş olduklarının başka bir tekrarıdır: Fizikötesi yaşantılı bir kişi yani.

Karaca, ödül ve devlet konusunda epey fikir serdetmiş. Şaire ödül verilmemeli diyor. Şair, ödülünü devletten değil; Allah’tan almalıdır gibi bir anlayışa sahip. Günümüzde şairin konfor düşkünü ve popülist olduğuna şüphe yok.

Fuzûlî’yi, Meryam dağ yazmış. Şairin çileciliği ön plana çıkmış metinde. Galiba Fuzûlî’den sonra şiir konusu çileyle daha bir içli dışlı açıklanır oldu. Gerçi Sezai Karakoç da bir şiirinde içlilikte Fuzûlî’yi mi geçeceksin diye soruyordu.

 

Kitap- lık, Mart – Nisan 2020. Yücel Kayıran’ın, Sabahattin Kudret Aksal’ın Poetikası ve Sorunları adlı metniyle açılıyor. Tinsellik ve tarihsellik ışığı altında ve Garip Şiiri ve İkinci Yeni ekseninde Sabahattin Kudret Aksal’ın şiirini konuşuyor. Ve diyor ki ‘

Ne bitmez şarkın var

Baca

Bütün gün tütersin

Bu şiir, Aksal’ın sentezidir; bence hiçbir zaman Garip olamaz ama içinden geldiği poetik güzergâhı, Garip’in içine yerleştirdiği yerde kendini bulur. ‘Baca’ bu iç içe geçişin şiiridir.

Murat Yalçın, Cevdet Karal ile konuşmuş. Cevdet Karal’ın verdiği cevaplardan cümleler alıp buraya yazmak isterim.

Ziya Osman Saba’nın tevekkülüne imrenirim.

Etkiden kaçmak, kendinde yetkinlik, yetenek vs. vehmeden kişinin hiç de yaratıcı olmayan refleksidir.

Simone Weil’in şu sözüne işte, yürekten katılıyorum:  ‘Hakikat ve güzellik gayrişahsidir.

Realist değilim, sadece ciddiyim.

Şiir, hepimizin algısında ortak olan bazı dayanak noktalarına ihtiyaç duyar. Şair, ne denli uca giderse gitsin, onları d gözetmek durumundadır.

Cenk Gündoğdu, Osman Çakmakçı ile söyleşmiş. Bunlar da Çakmakçı’nın cümleleri:

Gençken kitabım çıktıktan sonra derin bir depresyona girerdim.

Dünyada her şey bir kavram haline geldi, kavramsallaştı. İmge de değil, kavram. Gösterge haline geldi.

Bence 2000’lerle birlikte dünyada bir çağ kapanıp yeni bir çağ açıldı. Bu süreçte herkesin kafası karmakarışık. Dünyayı görüp algılamak, anlamak neredeyse imkânsızlaştı.

 

Kertenkele, Şubat – Nisan 2020. Konu başlıkları: Şiir öldü mü? Hikâye yaşıyor mu? Palto söylemi.

Şiir merkezli bir dergi, Kertenkele. Şiirin öldüğü yerde diğer türlerin de yaşayamayacağını söylüyor. Edebi türler arasında tahtta şiir vardır yani.

Yazında palto giyenlerin yanlış bir yerden yanlış bir şey giydiklerini söylüyor. Gogol’un Palto hikâyesine gönderme yaparak, yerel kaynağın referans alınmadığı belirtiyor.

Ali Celep, Sezai Karakoç’tan seçtiği şiirler üzerinde uzun poetik okumalar yapıyor.

Yoktur Gölgesi Türkiye’de şiiri için bakın ne yazmış:

Yoktur Gölgesi Türkiye’de, Sezai Karakoç’un çok sevdiği annesinin ölümü üzerine yazdığı bir şiirdir… İki kesitin son dizesi ve ikinci kesitin ikinci dizesi şiirin ‘özel’ bir kadından bahsettiğini öğretir. Bu ‘özel kadın’ın 1071’den bugüne yaşamakta olduğumuz toprakların mayasını karan manevi oluşumun ürünü olduğu açıktır…’


AŞKAR, Ocak- Şubat- Mart 2020. Kapağının değişmez alıntısı: Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!

İlk sayfada yine bizi İsmet Özel karşılıyor: ‘Hayatımızda ne kadar sıkıntı, tereddüt, inkâr varsa hepsi hitap ile cevap arasındaki münasebetten doğuyor.’

Ali Mücahit Yılmaz’ın Çözülme şiiri dikkat çekti. Bir kıta:

Yansıtan kablo erir donar fiberler

Haberler biter erir akşam ajansları da

Telaşsız bir güne uyanılır orada ben de eririm

Yalnız hatıra kalır kime kalacaksa

Aşkar, İsmet Özel’i tanımak ve öğrenmek isteyenlerin vazgeçilmezidir. . Sivas’ta çıkıyor. Bir yönüyle Konya’da çıkan mahalle mektebine de benziyor. Merkezde yer alan önemli şairler ve yazarlar buralarda yazıyor. Bu durum aslında dergiciliğin imkân bakımından ne kadar ileriye gittiğini gösterir. Dergiler arasında merkez- taşra ayrımı ortadan kalkmış gibi. Ama gene de öyle değil.

Şiir eleştirisi genelde Osman Özbahçe’nin şiire bakış açısından hız ve temel alır.  Bu sayıda yine şiir sanatı ütüne epey düşünce- metin üretilmiş. İkinci yeni konuşulmuş. Bu bahiste,  Osman Özbahçe öne alınmış.

Dergide Hayriye Ünal ile yapılmış bir söyleşi var. Hayri Ünal:

Çete ile akımı birbirinden ayıralım. Akım doğal akışta aynı çağda olmanın bir gereği olarak oluşur. Okullarda öğrenci tarafından kolay ezberlenmesi sebebiyle akımlar, guruplar daha kolay tarihselleşir. Bireysel maceralar daha seyrek öne çıkar…

Oysa günümüzde bireysel şairler daha bir ön aldı. Kalan şairler bireysel başarıları ile bunu başardı. Akım şairi olmak sanki geri plana atılıyor.

 

Yeprem Türk