19 Eylül 2021 Pazar

COĞRAFî KAVRAMLAR


Yeni sömürgecilik zihinsel alandadır, tamam. İslam devletlerinin bağımsızlık hareketlerine kavuşmaları sonrası bile bu sömürü devam ediyor, tamam. Bu hak sahipleri, önce topraklarını sonra paralarını sonra da zihinlerini, sanatlarını geri alacaklar; Afrika'dan tutun Asya'ya dek bu zincirleme hareket devam edecek, tamam.

Ama eleştirirken bile eleştirdiğimiz zihnin kodlarına teslim olmak daha ilginç değil mi? Batı dünyasının her açıdan bir önceki merhalesini kritik ederken, eleştiri unsurları açısından bir sonraki merhalesine teslim olmuyor muyuz? Eleştirimizde onların kavramları, dilleri ve dizgeleri var. Bir Avrupalı düşünürün Avrupa'yı eleştirmesi ile bizim Avrupa'yı eleştirmemiz arasında birçok fark olmalı. Eğer bu ayrım doğmuyorsa kuramlarla da işgal edilmeye devam ediyoruz demektir.

Belki de evvela Afro- Amerikan gibi kavramlardan sıyrılmamız gerekir, artık. Avrasya de örneğin hiç tasvip etmediğimiz bir söylem biçimi. Asya'nın Avrupa'ya eklemlenmesini dile getirir. Afro- Asya (Asyafrika) gibi tamlamalar şu anki oluşuma ve kuruluşa daha bir yakın. Zaten eskiden Afrika, Aysa'dan okunurdu. Diğer bir örnekse Ortadoğu şeklindeki coğrafî kavram. Avrupa'nın zihin haritasıyla anlam bulmuş. Oysa Ortadoğu ıstılahı yerine Büyükdoğu demek hem tarih hem sosyoloji açısından daha temelli ve gerçek.  Böylesi bir birlik hem ekonomik hem politik hem de düşünsel olarak mayalanmak üzere. Bu olanların terimsel karşılıklarını inşa etmek gerekmez mi?



(Kuruluş dergisi, Temmuz - Ağustos 2021, Sayı 46)

24 Ağustos 2021 Salı

KURULUŞ, Eylül - Ekim 2021, Sayı 47






 

                                          Kuruluş Dergisi 

23 Ağustos 2021 Pazartesi

Dil vs.



Dilini tabiata çıkaranlar ve dilini naata- Tanrı'ya çıkaranlar. Ve Yunus gibi her iki dili de kullanıp finalde Allah'a bağlayanlar: Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla'm seni.

Grek uygarlığı ağırlıklı olarak dili tabiata çıkaranların inşa ettiği bir yapıya sahip. Bu dilin altında Farabi'nin soyut ve kavramsal niteliğe sahip olduğunu söylediği felsefî düşünce vardır.

Endülüs İslam Medeniyeti dili tabiata da çıkarıp ama sonunda Allah'a çıkaranların inşa ettiği bir medeniyettir. Dil ve düşünce açısından dünyada bir zirvedir. Ve Avrupalılar, Endülüs İslam medeniyetinin Tanrı'ya çıkan bu dilinden etkilendiler ve o dili takliden de olsa kullandılar ama nedense bu onlara yaramadı ve karanlık bir Hristiyanlık çağı (din çağı) yaşadılar. Çünkü dilinizi Tanrı'ya çıkarmanız için büyük ve berrak bir hakikatinizin olması gerekir. İnciller, bu saf hakikati barındırmıyordu.

Sonra tabiî Müslümanlar, modernizmle, dili tabiata çıkaranları taklit ettiler. Bin yıl önce Tanrı'ya çıkan bir dile sahip olanlar bu ufku tabiata varan dilin şiirini küçümsemiş, ona yüz vermemişti. Bin yıl sonra aynı şiirler baş tacı yapılıyor. Dil aslında geriye çekiliyor.

Büyük Türk şairi Sezai Karakoç bunu fark etmiş olsa gerek ki, şiirin ufku naattır, der.

Doğanın dili biraz da genetiğin dilidir. Modern çağın her açıdan beslendiği yerdir. Modern çağ, siyasasını bile bu dille kurmuştur,  büyük imparatorlukları  bile bu dille, örneğin Osmanlının naata ve Tanrı'ya çıkan dilini genetiğe çekerek parçalamıştır. Modern çağın cumhuriyetler cenneti olması biraz da bu dilden kaynaklanır.

Ama inanıyorum ki siyasi düşüncemiz gün gelecek, şiirin ufku naattır deyişini siyasi alanın da ufkuna çekecek.  

Muhammed'e (s.a.v.) Mehmet olmak bu ufkun neticesidir. Modern beylikler dediğimiz Osmanlı bakiyesi cumhuriyetlerin Peygamberden tevarüs edilmiş medeniyet ufkudur.

Bizim medeniyet dilimiz tabiata da çıkar ama tabiatta kalmaz oradan Tanrı'ya varır.



Y. Türk

Medeniyetçi görüş vs.

 

Medeniyetçi görüş Avrupa'da, Avrupa'nın yükselişe geçtiği tarihlerde (14. ve 15. Yüzyıl) ortaya çıkmıştır. Ve sonra Avrupa'yı vitrin olarak dünya insanının önüne taşımıştır. Elbet biraz paradan biraz görgüden, sosyal terbiyeden, bilgiden; biraz da aristokrasiden ibaret.

 

Ama daha öncesinin lümpen Avrupa'sını da toparlamıştır. Yasalaşmaya ve kültüre önem vererek sokakları ve kamu alanlarını da kendileri için güvenli ve sistemli hale getirmeye çalışmışlardır. Bugünkü Avrupa'nın her açıdan oturmuş sosyal yapısında medeniyetçi bakışın emeği vardır.

 

Medeniyetçi bakışın sorunlarından biri onun alt yapısındadır ve ona kaynaklı eden paranın sömürge ekonomisine dayanmasıdır. İkincisi de medeniyetçiliği belli kalıplar içinde algılayarak başkalarıyla paylaşmamasıdır, medeniyet üzerinde bir tekel kurma çabasıdır.

 

Medeniyeti takip etmek istiyorsan parayı takip et, demiş E. Pound. Ama parayı takip etmek istiyorsan da sömürgeciliği takip etmek gerekiyor. Avrupa medeniyeti, sömürgelerden elde edilen ganimetler üzerine kurulmuştur, bu ganimetler bittiğinde Avrupa'nın medeniyetçiliği de sona erecektir. Bu türden bir medeniyetçilik bir teori medeniyetçiliğidir. Kendini devam ettirmek için İsmet Özel'in deyimiyle hem acımasız olacak hem de Akif gibi söylersek tek dişi kalmış canavara dönüşebilecektir.

 

*

Biz medeniyetçi miyiz? Elbette medeniyetçiyiz. Ama bu kavramı biz Medine medeniyetçiliği anlamında kullanıyoruz. Ahlâka işaret ediyoruz.  Yani sırf teori medeniyetçisi değiliz, insanlara yardım etmemizi emreden bir dinin medeniyetçisiyiz. Ve bu kavramı takip ederken parayı takip etmiyoruz. Çünkü bizim medeniyetçiliğimizde burjuva yoktur. Havas vardır. Burjuva olmanız içi para gerekir; ama havas olmanız için tam tersine bir riyazet, terbiye lazımdır. Aslında medeniyet, İsmet ÖZel'in kültür için kullandığı deyişiyle bir işi yaparken başkalarına keşke ben de bu işi böyle yapabilsem dedirtmesinde yatar. Zaten Peygamber Efendimiz bir işi yaparken güzel yapmamızı buyurmuştur. Bu işi kimler güzel yapar? Bilenler: Nebiler, tabiun ve havas; Avrupa içinse aristokratlar.

 

Her medeniyetin içinde mutlaka öncü bir çekirdek kadro vardır. Biz bunlara öğretmen kuşaklar diyoruz.

 

Y. Türk

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Afganistan- Taliban

 

Sanırım, Kelile ve Dimne'den okumuştum. Bir kedi, tarla sahibinin av için kurduğu ağa, tuzağa düşer. Ve tam da o anda kedinin gözüne bir fare ilişir. Kedi, fareden düştüğü ağın iplerini kopartarak kendisini kurtarmasını ister. Ama kedi bunu yaptığı an, kediye yem olacağını da düşünmekten geri durmaz. Ve kediye senin kurtaracağım ama her şeyin bir zamanı vardır, der. Fare, tuzak sahibinin aşağı bayırdan yukarı doğru omzunda tüfeğiyle çıkıp geldiğini görünce ipleri kemiriverir ve fare bir başka tara kedi de diğer bir tarafa kaçar. Çünkü ikisi de avcıdan korkmaktadır.

Bu fabl'ı niye anlattım. Epeydir, Afganistan üzerine yazılmış metinler okuyorum. Tarihiyle olsun şimdisiyle olsun Sezai Karakoç'un deyimiyle zavallı Afganistan.

Küçük devletler ya da devlet olmaya çalışmış da olamamışların önünde üç yol var:

1. Ya fabldaki fare gibi iyi bir denge siyaseti güdeceksin. Ki bu, her zaman yakalanacak bir başarı değildir.

2. Ya ülken için iktidarı dışardan devşireceksin.

3. Ya da kendini bir işgalcinin kucağına atacaksın.


Afganistan, tarihte kısım kısım başarılı olmuş dönemleri geçersek, bu üç tarzdan son iki yolu tercih etmiş. Afgan halkı, yol bilmez siyasetçilerin ellerinde azaba uğramış durmuş. Dış savaşlar, iç çatışmalar insanların tüm enerjilerini bitirmiş, hayallerini yıkmış.

Şimdi Taliban, kendine has bir üslupla yönetimi ele geçirmiş. Hükümet yetkilileri ve tabanı da Taliban'a karşı koymamış. Bu karşı koymamaya sevinen biriyim. Çünkü daha önce Sovyetlerin, Afgan topraklarından çekilmesiyle yaşanan iç savaş çıkmamış, insanlar katledilmemiş oldu. ABD'de böylesi bir kargaşa bekliyordu.

 

*

Zavallı Afganistan. Ya emperyalizmle ya da  kendi fetvalarıyla kanını akıtan Afganistan.

*

Taliban yönetimi, gelecek Afganistan için uygun biri mi? Değil aslında. Çünkü, iktidara geçişi zorbalık ve baskı ile olmuştur. Yeni dünyasına Afganistan; Taliban'la geçemez. Taliban, eski karanlık, tefritçi bir fetva geleneğinin şiddeti azalmış bir devamıdır. Yüzü nursuz olandan yıldız olmaz, demiş W. Blake. Afganistan'ı yönetecek kişi veya siyası oluşum; seçimle gelmelidir ve bir medeni ışığa da sahip olmalıdır. Demokrasi özümsenmelidir. Afgan halkı, bireyselleşmesini tamamlamalıdır. Hem siyaset hem din hem de hayat dili olarak kendisini neredeyse yeni baştan yaratmalıdır.

Kendi medeniyetine mensup ülkelerle güvenli bir ortak kalkan oluşturmalıdır. Aksi takdirde dış müdahaleye devamlı açık kapı bırakacaktır.

 

*

İslam ülkelerine baktığımızda, akidenin yanında eski Grek yani birinci öğretmenler çağı ile Farabî, İbn-i Sina gibi İkinci Öğretmenler çağını ya Muhyiddin Arabî gibi büyük arifleri okuyan  eğitim ve kültür yoluyla özümseyen toplumlar daha sakin, sağlam, medeni ve daha insanî hayat sürmekteler. Tunus'ta Gannuşi'nin siyasi metodu bu birikimden payını almıştı. Şimdilik kesintiye uğratıldı ama ileri tarihlerde bu tutum daha derin bir şekilde sürecektir.

Örneğin Türkiye'de siyasi düzenin ve bireylerin oluşmasında bu birikimin büyük payı var.

Aksi halde İslam devletleri tarikat kökenli, ifrat ve tefritçi siyasi oluşumları aşamıyor.

 

 Y. Türk

 

 

 

9 Ağustos 2021 Pazartesi

DEĞİNİLER


Her dergide şiir eleştirisinin olması güzel bir şey. Ama eleştiriyi kimin yazdığı da önemli. Örneğin iyi bir şiir ortaya çıkaramamış şairlerin eleştirisi okunmayı hak etmez. Özellikle de şiir eleştirisinde yetkinlik aranmalıdır. Gençler; hem kinle, nefretle hem de yanlış yazıyorlar.

Bu yanılgılardan biri de Yahya Kemal üzerine olan metinlerdir. Yahya Kemal, büyük bir şairdir. Modern şiirin ilk aşamalarından birini gerçekleştirmiştir. Akide şairi değil ama bu durum onun tamamen akide dışına itilmesine imkân vermez. Akidenin meydana getirdiği tarihi ve toplumu derunî ahenkle anlatmıştır.  Şiire Baudelaireyen, sembolist başlar ve onu epikle de harmanlar. Saf şiir yazmaya çalışır ama tarihi de o şiire çağırmış olur. Aslında Yahya Kemal, şiire yabancı bir mektepte başlamıştır ve bir süre sonra da kendi mektebine dönmüştür. Bu çelişki değildir. Bir ilerlemedir. Pathos bir teknikle şiire başlar fakat sonra yazacağı şiir için ethos'u da sanatına çağırmak zorunda kalır. İsmet Özel, kendi şiiri için 'ethos ve pathos'u aynı kanaldan akıtmak istedim, demişti. Yahya Kemal bunu yapmıştır. Bugün neredeyse bir başlangıç olarak kabul ettiğimiz 1071 vurgusu Yahya Kemal'e aittir.

Yeni Türk şiirinde mısraa can veren biridir, Yahya Kemal. 

*

 Sonra şiir geldi kelimeye dayandı tabiî. Bunu Cemal Süreya, büyük ihtimalle Mallarme'nin 'Şiir kelimelerle yazılır' ifadesinden etkilenerek söylemiş olsa gerek.

*

Elyasa Koytak şiiri okudum. Aklımda kalanlar  'kafirlerden hegel'i çağırıyorum ortada vuruşmaya/ ismet özel adlı bir zülfikarla deşiyorum karnını' mısraları idi. Sanırım doğru yazdım. Ahmet Yesevi'nin dizesini gördüm çünkü orada. Yesevî mısraı da şöyle: Bâtın mızrağı ile nefsi deştim ben işte.

*

Şiirimizin en temel özelliği en eleştirel şiirde bile bir yaratma sevinci taşımasıdır. 'Kabz' halindeyken 'bast'a varmak. Şair ve toplum epeydir bir 'kabz' içinde. Oysa kabz'ı 'bast' ile açmak gerekiyor. Ama bu da maneviyat ister. 'Bast'ın diğer anlamıysa 'katı'laşma durumudur. Materyalistleşme de diyebilirsiniz buna. Maddenin en küçük hali bugün 'Tanrı Parçacığı' şeklinde adlandırılıyor. Katılaşmanın neredeyse zirve noktasını gösteriyor.

Katılaşmayı ya da toplumun kabz halini giderecek manevî alan sağlanamadığı için kabz hali, yıkıcılıkla ya da anarşizm türü şeylerle boşaltılmak ya da giderilmek isteniyor. 

Kabz'ın derinleşmesi, katılaşma, parçalanma, ilişkilerdeki sertleşme, yabancılaşma yan yana ilerleyen şeylerdir. Bütünlük parçalanıyor ve parçalandıkça da parçalar birbirine yabancılaşıyor. Aslında temelde parçalanan insandır. İnsan parçalanır, kendisine bile yabancılaşır. Ve son tahlilde varlıklar arası ortak amaç da biter.

Bütünlük azaldıkça bunlarda bir artış grafiği de gözlemlenmektedir. Galiba güzellik de bast hali de bütünlüktedir.

*

Osmanlıda eyleme; felsefe - teori yetişemedi. Eylem çünkü, Osmanlı medeniyetinde başlı başına bir hakikatti. Teoriden de felsefeden de daha önem arz etmekteydi. Tamam Osmanlının dünya tasavvuru Selçuklu döneminde inşa edildi ve Osmanlı da bu felsefeyi eylemde aşarak yerine getirdi. Ama bizim felsefemiz Batılı düşünürlerin idrak edebileceği şeylerden değildir. Örneğin 'İstanbul'u fetheden komutan ne güzel bir komutandır' şerefli sözü en büyük felsefemiz haline dönüşebilir. Belki de ülküyü dolambaçlı yollardan örmediğimiz için bir felsefemiz yokmuş gibi gözüküyor. Bizim en büyük felsefemiz eylemdir.

Şimdi Batı'yı düşüşe doğru götüren şeyse tam tersine eylemsizliktir. Felsefe ile eylem arasındaki fark o kadar açıldı ki. Para ve emek arasındaki boşluğun finans, borsa vs. üç kağıtlarla doldurulması gibi yazdıkları teorilerin gerçek hayatta pek karşılıkları yok. Distopya da zaten batık felsefelerden başka nedir ki. 


Y.T.

sadece ŞİİR, Haziran- Eylül 2021


Dergide Adnan Özer'in 'Mehmet Fuat ve 1980 KUŞAĞI' metni öne çıkıyor. Adnan Özer, epeydir 80 Kuşağı'nın tekrar canlanması için emek sarf ediyor. Seksen Kuşağı, sanatı adına toplumun kanına karışmak ister. Gerçi bu beklenti sadece 80 Kuşağı için geçerli değil;  yetmiş ve doksan kuşağı şair ve eleştirmenler de kendi dönemlerini diriltme ve canlandırma çabası içindeler.

 

Dediğim gibi her kuşağın ya da akımın bir eleştirmeni vardır. Kuşak, şairlerini anlayan eleştirmeni ile tamamlanır. Mehmet Fuat 80 Kuşağı'nın eleştirmeni. Mehmet Fuat'a göre şiir 'öznel bir yaratıcılıktır, bilimsellik denen sapmadan korunmalıdır.' Tabiî, bu görüşün karşıtı olarak Hüseyin Cöntürk'ün bilimsel eleştirisi var.

 

 Y.T.