3 Ocak 2019 Perşembe

KIRK ŞEHİR KİTABI






KURULUŞ dergisinin 14. eseri olarak yayımlandı. Yakında dağıtılacaktır.


Kuruluş Dergisi

29 Aralık 2018 Cumartesi

DELHİ


Yedi ayrı şehrin yedi ayrı irfan damarının birleşmesiyle kurulmuş havuz bir şehirdir. 13. Yüzyıldan itibaren İslam’ın irfan ve ilim merkeziydi. Yakıp yıkılan Asya ve İran şehirlerinin alim ve bilgeleri buraya toplanır. Şehri abad ederler. Çiştî, Sühreverdî,  Kādirî ve Nakşibendî’dir.

Burada şehir kurmak için yağmur, nehir, imparator yeterlidir, denir. Yani bu: Tanrı feyzi, gıda ve şef demektir.

Hindistan için her açıdan kapı özelliğindedir.

Mimari mizacında renkler, insanın ruhundan ya renkli jelibonlar gibi çıkar ya binbir gökkuşağı ahengiyle macun gibi sıkılır. Ve yapıları bu acayip desenlerle fethederler. Kubbeler bu konuda bir Hintlinin ruhuna alabildiğine sonsuz bir alan açar. Burada sanatkârlar, mimariyi, bilgiyi bitki gibi çiçek gibi doğadan toplarlar. Kubbelerin, camilerin doğadaki haklarını alırlar. Hayallerle birleştirip taşa koyarlar.

Sanırım ki hayal, fıtratlarının en büyük sanatları. Masalsı tefekkürü severler. Sık sık berzahın ufuklarına doğru dalarak, gayb olurlar. Bünyeden koparlar. Dünyada ezanlar okunur, tekrar geyikler gibi döner gelirler.

Zikirde; hülyalı, saçaklı, baharatlı salâtları severler. Gökleri kaderdir, altında gölgelenip giderler.


Y.Türk

22 Aralık 2018 Cumartesi

KURULUŞ DERGİSİ, SAYI 31, OCAK- ŞUBAT 2019



Kuruluş Dergisi beşinci senesini, bu sayı ile geride bırakıyor. Altıncı yılına giriyor. Bu kadar uzun soluklu yolu açıkçası nasıl kat ettim, ben de anlamadım. Bence, bir bütünlüğe sahipseniz şiir, siyaset, fikir ve kişilik anlamında hazineniz çoktur. Anlat anlat bitmez. Çoğunlukla derginin  tüm sayfalarını tek başıma doldurdum. Gerçi bunun için kendimi hiçbir zaman zorlamadım. Doğal olarak ilerledi her şey. Yanıma da kimseyi almadım. Ben hızlı yürüyen biriyim. Yetişemeyenin hakkı ikidir. Sonrası Allah kerimdir. Ahenginin çabukluğuna uyan yoksa tek başına ilerlemek iyidir. Başkalarını yetiştirmeye çalışıp da kendini yetiştirmemek, geciktirmek de zulümdür. Şems'i bu nedenle pek severim. Çünkü bir orada bir burada çevik bir perendedir.

Ve yalnızlığı acayip seviyorum. İçimin dağlarını, ovalarını, hamını hasını görüyorum. Milletimle bu ovalarda el eleyim. Kuruluş dergisini bu maceraya bir şahit olarak günlük benzeri tutuyorum. 

·    Bu sayı 58 sayfadır, derim; bereketli okumalar dilerim.
  
  Yeprem TÜRK

8 Aralık 2018 Cumartesi

URFA



Karaya çıkmışsa insan bir defa beka da çıkmıştır oraya. Her insan, berzahtan bir parça da getirir, aleme gelirken.

Urfa’ya Urfa, daha Urfa yerinde yokken gelmiştir. Urfa’yı yeryüzüne Tanrı yaymıştır.

Peygamber hatıraları şehri nakış nakış işlemiştir. Bu mazi, umumi bir nimet ve berekettir.

Allah’ın elçilerinin toprakta bıraktığı sadelik hala üstündedir.

En güzel yavrularını doğurmuş ve ondan daha güzellerini doğuramayacağına inanıp kendini itikafa sokmuş ana rahmi gibidir. Artık Urfa’nın eskiyi düşlemesi vardır. Yenisi de bu mazi güçlendikçe felah bulacaktır.

Mekke’nin gölgesi gibidir. Peygamberleri bağrında toplamış daha ne olsun ki.

Urfa size bakarken, aslında Adem bakar, Havva bakar, İbrahim bakar, Musa bakar, en nihayetinde Peygamber-i Ekber bakar. Bu bakış serenatının çerçevesinde ise birer ulvi nakışlar olarak erenler bakar.

Urfa özü itibariyle salât tarihi ağacıdır. Daim yemyeşil fışkırmış.

Baki, en güzel kullarını buraya indirmiştir. Baki yaratmış, kalmış; fani geçmiştir.

Tüm halis şehirlerimiz gibi, buranın da ahalisinin gözleri pırıl pırıl yıldızlar gibidir. Temizdir. Kullar burada güzelleşiyorlar. İnsan, insana Urfa’da lazımdır.

Tarihi ritmi üstünüze boncuk boncuk dağıla dağıla, döne döne gelir, esrarlıdır. Halayı, semâadan inşa edilmiş gibidir.

Y. Türk



HABEŞİSTAN


İslam, Hicret ile ilk kez ayağını dışarıya atar. Ve Habeşistan bu anlamda ilk eşiktir. Mekke’nin Habeş’e gidişidir. İslam’a bağrını açan dost kokulu toprakların ürünüdür Habeşistan. İlk İslam önderlerine muhafızlık eden hanif bir zarftır. İnsana Cafer-i Tayyar gibi derin ilhamla bakar. Bu şehrin duygusu, imarını geçer.

Çünkü bu şehrin ruhunda bir şey var. Taşa koyulmaz. Nakşa gelmez. Havada durmaz. Beden olmaz. Libasa girmez. Aleme sığmaz.

Ama yine de her belde gibi bir erene bir kişiliğe çıkar. Bu şehir, bir Bilâl-i Habeşî gibi durur.

Bazı şehirlerde bedene yiyecek çoktur ancak ruha gülücük yoktur. Burada da gülücük çok ama yiyecek pek yoktur. 

Ve bu gülücük yanıktır, miri malıdır, nüfusunun üstünde tek gömlek gibidir. Gülücüğü, insanın yüzünde,  ruhaniyetli ve bilge bir nakıştır. Duyguludur.

Bağdat bilir, Diyarbekir görür, Habeş hisseder.

Mimarisi hakkında ne deriz? Habeşistan’ı, metafizik bir kap biliriz. Dağları, ovaları, ırmakları bu kabın içinde görürüz. Tabiata çıkmaya gerek duymayız.

Dilinde nesnesiz beyan var, gök ona cibinlik olarak yeter, deriz.


Y. Türk



ŞİRAZ


Bu halkın irfan şifrelerini, onun düşmanına bakarak çözmem gerekir.

Örneğin Yunanlılar için tarih ön plan halkı ifadesini kullanır. Sanatın, fikrin anatomisi antik Grek’te daha önceliklidir.

Ancak eski adına Persepolis ya da Parsa dedikleri Şiraz topraklarında Yunanlılarda hiç olmayan Haniflik vardı,  derinde ırmaklar gibi çağıldıyordu.

İslam’ın gelmesiyle bu coşkun damar yeryüzüne çıkar. Kendisini içeriden dışarı bir şehir, bir sanat, bir şiir olarak atar. Şiraz halkı, mimari ve musiki açıdan bir arka plan milleti olur. Bu şehirde eski antik Yunan’ın üzüm şarabının yerini ilahi kadehler; eski Yunan sporunun yerini de derviş meşrepli eylemler alır.


Yunanlılar  yakın şeyleri seyretmeyi severler, ufka bakmaya katlanamazlar. Bu şehirde ise sanatkarlar uçsuz bucaksız göklere bakmaktan esrarlı bir zevk alırlar.

Mimari, şiir, fikir ve sanat olarak neredeyse altın orana sahipler. Yunanlıların parçalardaki bütünün dağılımı olarak adlandırdıkları iambos adlı ölçü, burada bilge  faz diyeceğimiz bir metafizik ölçüye dönüşür.

Şiirinin ve sanatının kalıpları bekadan alınmış, dünyada dökülmüş gibidir. Gök sanki yeryüzüne acayip duygu ve irfan parçaları düşürüyor da   insanlar altta kapışıyorlar. Şiraz, sanat ve şiir açısından dünyanın en zevkli, en cömert yeridir.

İlahî aşk kadehinde parlayan, dile gelen bir gök yorumudur. Manevi lezzetlerin bağıdır. Zihninin sınırlarını da bu nefis tat belirler.

Bu bereketli geçmişi, bugün gençler, başta Sadi ve Hafız’ın cevelan ettiği tefe'üllerle açmaya bayılıyorlar.

Şiraz, Farisilere mahsustur ama Türklere de dolgun bir nasiptir. 


Y. Türk

24 Kasım 2018 Cumartesi

KAHİRE



Nil, Musa aleyhisselama o kadar ait ki. Şöhreti yönünden Musa’nın ikinci asası gibi neredeyse. Bu cennet ırmağı nehir, bereketli topraklara doğru akan Tanrı oluğu. Kıssası öyle bol ki.

Kahire, tarihte, Nil nehrinden sonradır. Onun anlatılarının gölgesi altında kalır. Ki Kur’an Mekke’de inip, Kahire’de okunana kadar.
Ölümle hayat, olağan şekilde kardeştir. Her yeri mezarlıklarla doludur, Kahire’nin. İnsanında, kabir duygusu ve hülya iç içedir. Bu şehirde açıktan göremediğiniz şeyleri düşlerle temin edebilirsiniz.

Ben, Kahire’nin mizacını biraz da aklıma Bağdat gibi gelen hatırlamalardan öğrendim.

Kahire, kıraat şehridir. Kur’an için Davudî sesler mekânıdır. Gırtlağı dölleyen göksel bir hançeredir.

Başlangıçta şia bir şehir olarak tasarlanmıştır. Hatta medreseleri bile Nizamiye ekolüne bir alternatif şeklinde düşünülmüştü. Ama kader onu Sünniliğin başşehirlerinden biri yaptı. Kahire ise kendine ait bu hüviyeti, topraktan tohum gibi kavradı, filizledi, çiçek açtırdı.
Halkları birleştirdi. İlim bahçesi oldu. Bereketlendi. Nurlandı. Alimleri ulu ağaçlar gibi meyve verdi. İlimde, ahenkte, ticarette ve mimaride muhteşem bir İslam gücüydü. İslâm düşüncesi ve fikriyle bir ambar idi. İlmini ve  ahengini, lekesiz oluncaya kadar temizledi, inceltti.

Ve Kahire’nin mânası hiç yerinde durmadı, hep genişledi. İstanbul’un fethine kadar gitti.



Y.T.