26 Ağustos 2014 Salı
21 Ağustos 2014 Perşembe
33.

adem kalan
10 Ağustos 2014 Pazar
30.
Kuruluş’ta
dirilen parçalar bir araya gelir. Ancak bu bir araya gelme, önceki deneyimlerden farklı olacaktır. Parçada ve bütünde kökler aynı
kalacaktır. Çizgilerinde, geçmişin ve geleceğin
işaretleri birlikte belli olacaktır. Fakat Ahmet ki, İsmet değildir sonuçta. Gelecek de hep
geçmiş olmayacaktır. Her yeni bütün ve parçanın, çağlar değişse bile özünde hiç
değişemeyecek ilkeleri vardır. Bizdeki bütün ve parçalar buna yaslanır. Ama bu
dönemsel vahdet, ağırlığını elbette bütünde hissettirir. Biz bu değişmez şeylere, Musa’dan İsa’ya; İsa’dan da Efendimize geçen diyoruz. Ve bu geçişken şey,
Müslümanların kurdukları medeniyetlerde, birinden diğerine geçendir de aynı
zamanda. Devletten devlete kıyamete kadar, iç ve dış şartlarda yürüyendir.
İslam topraklarında kişiliği ve hamuru tutan mayadır. Müslümanlara her çağda güçlü
bir devlet veren orijinal özdür. Bu öz ayakta tutuluyorsa, kişilik de
ayaktadır. Ve devlet zindedir. Oluşan orijinal diyarlar, varlığını bu ilişkiye
ve bağlanmaya borçludur.
Günümüzde
aynı öz, Mehmet karakterini mayalamıştır. Mehmet, günümüzde, Doğu’daki
karakterler sütünün kaymağı olmuştur. Bu bir yüceltme, kibir sanatı olarak
anlaşılmamalıdır. Mehmet, Efendimiz'in
Mehmet’idir. Cumhuriyet yaşantısı içinde toplumumuzu ayakta tutan, her bir ayrı
isimle bağdaşıklık kuran bu isimdir. Batı’nın karşısında, bugün kişilik olarak Mehmet
vardır. Anadolu’da ve Doğu’da çok işler
başarmıştır bu isim. Çünkü bir yardımlaşma, insanlığa kendisini kabul ettirmiş
bir vefa anıtıdır, o. Çoğulcu bir isimdir. Bu bakımdan hem tekilci hem bütüncüdür.
İnsanımızın, Batı imgesi içindeki yaşantısı sürecince omurgayı, sırt vererek
koruduğu isimdir. Bizim topraklarımızda istikametin pusulası olmuştur.
Kendisini başkasından üstün görmenin zerresi yoktur, onda, o milletinin
hizmetkarıdır. ‘Parça yahşi, biz yaman. Parça buğday, biz saman’ diyebilecek
kadar, tevazu sahibidir. Gönlü ve aklı hep Allah’ın buyruklarınadır. Fıtratları
tek çatı altında toplayan karakter anasıdır.
Adem Kalan
9 Ağustos 2014 Cumartesi
Paramiliter Dönem
![]() |
Necip Fazıl Kısakürek |
Bugün Anadolu’nun geleneksel siyasi
hayatının önündeki en büyük engeller, paramiliter etkilerdir. Osmanlının sona
erişinden itibaren Doğu’da bu etkiler hızla yayılır. Oryantalizm, İslamcılık, Sosyalizm
ve Kapitalizm bu etkiyi referans alır. Aslında Osmanlıdan sonra Doğu’ya tesir
eden düşünce hareketlerinin merkezi noktasını paramiliterlik oluşturur. Son yüz
elli yıldır Doğu’da olan şey Batı’nın Doğu’yu paramiliterize etmesinden başka bir şey
değildir. Yani yüz elli yıldır hem millet hem de devletçe paramiliterize ediliyoruz
demektir, bunun anlamı. Osmanlı halifesi II. Abdülhamit’i tahtan indiren,
paramiliter siyasi kuşaklar olan Cumhuriyet
kuşaklarını yetiştiren, filigranı ithal edilmiş İslamcılığa can veren, bugün
IŞİD’i Doğu’ya musallat eden, ana
noktada aynı güçtür.
Bu nedenle, Osmanlı sonrası, Doğu’da, bir kopuş ya da ‘
paramiliter dönem’ şeklinde nitelenmeyi hak eder. Veya ‘Süleyman’ın asasının
kırılma müddeti’ tarifine uygun adlandırılmayı bekler. Cumhuriyet de bu havuzun
içine dahildir. Çünkü bir milletin siyasi çizgisinde, tarihi ve genel siyasanın
ağırlıklı tarafı, merkezi noktayı oluşturmaya mecburdur. Genellik ve diğer adı
da doğallık olan bu şey, yapay unsurları
ayırt etmek için yeterlidir. Petrol ya da coğrafya cumhuriyetlerini günümüzde ana akım siyaset saymak mümkün değildir, bu
yüzden. Milletimiz son yıllarda kendine gelerek ve gerçekleri görerek
paramiliter siyasi düşüncenin zincirlerini kırmaya başlamıştır.
Bu nokta ise paramiliterize olanlar veya İslamcılar da artık ya
susmalılar ya da IŞİD denilen örgüte militan olmalılar. Geleneksel devlet anlayışını bir ileri bir geri zihniyetiyle
işleten Namık Kemal’in, tüm mütefekkirliği ve şairliğiyle İsmet Özel’in,
Anadolu’nun düşünce hayatını sosyalizmle harmanlayan Nurettin Topçu’nun ana
akım siyasi gelecekte pek söz sahibi olamayacağı gözükmüştür, bugün. Son olarak İslamcılığıyla ve halkçılığıyla
bunlardan farklılık sergileyen ama yine de siyasal anlamda bir İslamcı sayılan
Hakan Arslanbenzer de paramiliter bu kuşaktan ayrı bir durum
sergileyememektedir. Sonuçta bir İslamcıdır
Arslanbenzer. Paramiliter havaya açıktır. Necip Fazıl ile birlikte Sezai
Karakoç, siyasi olarak aslında Büyük Doğu’yu ince ayrıntılarına kadar işleyen ve siyasayı paramiliter etkiden kurtarmış iki büyük siyasi
şairden biridir. Yani, Cumhuriyetin edebiyat ve siyaset tarihinin en büyük keşfi Büyük
Doğu olmuştur. Büyük Doğu denilen ana akım, şimdilik Mehmetli Milleti, Mehmetli Medeniyetiyle
somutlaşmıştır. Ve Paramiliter etki deşifre edilmiş, oradan milletçe çıkış başlamıştır.
Ama, Ergenekon’dan çıkıştan daha büyük bir güç ve çaba istediği bellidir,
Paramiliter tesirden tam çıkışın.
yeprem türk
7 Ağustos 2014 Perşembe
MEHMETLİ MİLLETİ

Yeprem Türk
4 Ağustos 2014 Pazartesi
KISA, HOŞ, KANSER
Başka diyarlar bilsem gitmez miydim
Üstelik sen de bir diyarsın.
Bu cümleler, bir öykünün tamamıdır. Kısa
öyküdür. Adresi, önemli değil. Ama bu kısalığa bizim itirazımız vardır. Çünkü
hayatın çoğu sahasını ele geçiren kısalık hastalığı artık rahatsızlık veriyor.
Burada bir tuzak var gibi. Sonuçta hızı inşa eden ona göre de yazın türleri ve daha
dİğer alanlar adına da aparatifler oluşturmak zorunda. Mesela kısa öykü,
hatta tek cümlelik öyküler, hız çağının saçakları altında sürüp giden naylon
hayatın, sahte edebi ürünleri gibi duruyor. Tabi, uzun metinleri taşıyabilecek
kafa kalmadı, zihinler allak bullak edildi denmiyor da; işte efendim kısa öykü
falan deniliyor. Zaten cumhuriyetin (cumhuriyeti de kast ederken burada asla
sadece cumhuriyet kavramından bahsetmiyorum, onu oluşturan temelleri işaret
etmektir amacım) okur kitlesinin kafa şekli uzun metinler okumaya pek müsait değil.
Cumhuriyet okuru, edebiyatı, şiiri, hikayeyi hep kısalık üzerine kurguladı.
Bana bu, medya ve kapitalizm mafyasının ufaktan ufaktan zombi kafalı bir nesil
inşa etme işi gibi geliyor. Bu konuda şüphelerim var. Bu kadar hızın ve buna
müteakip kısalığın, oturup kalkar gibi yemek yemenin, kalemle kağıda üç beş
cümle kondurmanın bir yarar sağlayacağını düşünenlerden değilim. Daha bir sürü
şey artık bu yolla yapılıyor. Mesela üstümüzde, gömleklerin bir iki günde eskimesi, hız
çağı nedeniyle cinsler arasındaki yozlaşmaların başlaması, cinselliğin bir
anlık oldu bittiye getirilmesi vs şeyler, şimdilik normalmiş gibi görünse bile, insanları
sağlıklı bir şekilde yerinde bırakmayacaktır. Yanlış anlaşılmak istemem. Hormonal
şeyler işte. Erkek erkektir. Kadınsa kadındır. Böyle olmalıdır. Erkek kadını, kadın
erkeğini sever. Şimdiden yeni nesil, kendi hayat tarzıyla ruhta ve bedende,
ilerde makinelere bağlı yaşayacak kötürümler olma yolunda ilerliyor. Şıppadanak oldu bitti oluyor, olan şey.
Velhasıl fazlasıyla eksik, sünepe olmaya
aday, bu tür işler. Yaşam, iş, metin bağlamında durumlar böyle. Kısa olarak
nitelendirdiğimiz öykülerin böylesi bir arkaik yapısı var toplumda. Bunun için kısa
öykülere de pek rağbetim yok. Edebiyat tarihinde, sadece bir zamanlar
yazılmış bir öykü çeşnisi adı dışında kalıcı ürünler verebileceğini düşünmüyorum,
bu türün. Sonuçta her eser, acelesiz bir çaba sonucu rahmine üflenmiş bir ruh
ister.
adem kalan
Dergah, 292
Dergah
dergisi, 292’nci sayıda. Dergah’ı epeydir izliyorum. Gerçi artık çoğu
dergi kalın ebatlarda çıkıyor. Kalın dergileri baştan sona okumak biraz
da güç gibi. Çoğu ürün gereksiz duruyor, bu tür dergilerde. Pound’un bir
lafı var. Fazladan bir kelimenin kullanılmaması yönünde. Tabi ki şiir bahsinde.
Sunumda fazlalık göze batar. Sadece şiirde değil, nesirde de durum aynı. Dergah
okumak bu açıdan daha kolay. Gereksiz ürünün girmesi dergiye önlenmiş oluyor.
Sayfa sayısı sınırlı dergilerin böyle güzel bir yönü var. Temiz çıkıyor Dergah.
Kendi temsil alanı içinde. Kültürel yöne bakan yazılar yoğunlukta olsa da
kültür dergisi değil bir edebiyat dergisidir. Daha çok geçmişe bakıyor yüzü Dergah’ın,
bir bakıma Yahya Kemallik, yapıyor. Ama onun kadar net, kapsayıcı değil. Yahya
Kemal bir medeniyet şairidir. Uzak kıtalara da hitap eder. Dergah ise, bu özelliği
taşra özlemiyle devralmış üstüne. Nostaljinin nostaljisi yani Dergah dergisinin
yaptığı. Şiirden, eleştiriden ziyade de hikaye ve deneme ile seslenir
okuyucuya. Bu onu biraz geri plana atıyor. Çünkü bizim edebiyat geleneğimizde,
ortama hikaye ve hikayeciden ziyade; şiir ve şair hakimdir. Edebiyatın ana
kürsüsü şairlere ayrılmıştır. Bunu hikayecileri hedef alarak söylemiyorum.
Edebiyatımızın kişiliği, tavrı böyle.
Dergah dergisi, genel
yönetmenin bir öykücü olmasına rağmen şiirle başlar. İlk sayfa şiire ayrılır.
Tespitimiz Dergah dergisi tarafından kabullenilmiş demek ki.
Bu sayının ilk şiiri, Yiğit
Özel’e ait. İsmi: Dönüş. İmge ve eski terkipler başrolü oynamış şiirde.
Kelimelere de yansımış bu özellik. Kelimeler resim sanatının birer öğesi olarak
duruyor. Bu da şiirin içindeki bir hareketlenmeyi engelliyor, aslında. Yavaş ve
heyecanı eksik bir şiir olmuş, Dönüş. Azabın dudakları yarılır, gibi bir
dizeyle modern sanatın bayağı uzağında seyrediyor. Bu tür dizelerin günümüz
şiirinde bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum.
İsa Karaaslan’ın Şehir,
Şarkı ve Ayna şiiri lirik epik kırması bir şiir. İsmet Özel’i de
hatırlatıyor. Benlik etrafında döndüğünden, topluma açılamıyor. Habisi de
başından def edemiyor. Aslından bencillik, elinden tuttuğu her şeyi berbat
etmeye, yanlış yere yönlendirmeye yetiyor. Tarih ve anın kesişmediği ya da
hesaplaşmadığı şiirlerdir bunlar. Bu da şiirde düşünceyi dışa atmaya neden
oluyor. Oysa bizde şiirin hüzünlüsünde bile bir düşünce var. Fuzuli bunun
zirvesidir. Çünkü bencil ve habislik sadece şiirin soyunu değil, milletin,
devletin soyunu da getirmeye aday bir kavramdır. İsmet Özel’deki benlik aslında
gençleri yanıltır. Ondaki benlik böyle bir benlik değil. Toplumsal anlamda bir
benlik tasarımı var İsmet Özel’in. İsmet Özel, şiirde patlayarak var olduğundan
bu özelliğinin topluma değen tarafları görünmez oluyor. Ama temelde İsmet
Özel’in şiiri benlikten ibaret değil. Bu, sonraki kuşaklar tarafından yanlış
anlaşılmış olsa gerek ki, İsmet Özel, kendisine yaklaşanları güzel
öldürdü.
Sırada Kadir Korkut var. Sadece
kazalım diyorum/ Kazalım yolda kalmış bir cenazeyi/ İmamın sakallarını kazalım/
Böylece ayaklarımız toprağa basar. Bu dörtlüğün yaşadığımız hayatta ya da
şiirde bir karşılığı var mı? Sanırım yok. Tam seksenlerin şiir dünyasına
yakışır bir şiir. Türk şiir okuyucu açısından tamı tamına bir uzay boşluğu.
Pastoral şiir sayılması için bir şiirin doğadan bahsetmesine gerek yok artık.
Eskiden bu türden şiirlerin de insana sunduğu hikmetli bir tarafı vardı. Şimdi
insanı konu etsen de insan tam yakalanamıyor şiirde. Sonuçta, Kadir Korkut,
doğayı konu etmeden de pastoral olmayı başaran bir şiir yazmış.
Şiirler içinde, Yağız
Gönüler’in şiiri ise konuşkan ve canlı bir şiir. Bu sayının en güzel şiiridir,
aynı zamanda. Ancak nostalji şiirin ucunu yükselmekten alıkoymuş, aşağı doğru
eğmiş, şiiri. Sanki Dergah, şairlerini garip bir hece nostaljisine zorluyor. Bu
baskı hissediliyor, şiirlerde. Dergah dergisinde bu yüzden şairin kendisini
bulması biraz zor gözüküyor. Çıta hep bir kararda ve aşağılarda tutuluyor.
Derginin eleştiri ve değini
metinleri ise, eski parlak dönemlerinden bir hayli geride. Şiir ve roman
üzerine kaleme alınmış metinler, sırtını yaslayacağı bir istinat noktası
bulamıyor. Tek yaslanılan nokta sanırım nostalji. Genel geçer bir ortama göre
hiza yapılmış bu metinlerde.
Hikayeler, kaldığı yerden devam
ediyor Dergah’ta. Dergi, son dönemlerde yazarlarının çoğunu İtibar dergisine
kaptırsa da, öyküde bu kayıp pek görülmüyor. Mustafa Kutlu iyi öykücüleri ve
hikayecileri bulup buluşturuyor. Hikayeler, mütedeyyin insanların ruh dünyasına
çok yakın yerde. Açık, sade, anlaşılır metinler üstelik bu öyküler. Ama düşünce
dozu eksik gibi bu öykülerin. Son yıllarda, hikaye türü ile düşünce arasında
mesafe fazla. Geçenlerde, Rasim Özdenören’in bir öykü kitabından rastgele bir
sayfayı açıp, cümlelerin yüklemlerinin son eklerini değiştirdiğimde ortaya bir
düşünce metni çıkmıştı. Diğer türlü, öykü, fikirsiz zikirsiz, oraya buraya
giden insan manzaraları ortaya çıkarmaktan öteye geçemiyor. Çekilmiyor da
sanırım. Rasim Özdenözeren’in, Mustafa Kutlu’nun, Cemal Şakar’ın düşünceye
bakan tarafları dikkatten kaçmamalı bence.
Ömer Yalçınova’nın
yine iyi işlediği iki eserin eleştirisi, okunası bir metindir. Kendisini
okutuyor Yalçınova’nın metinleri. Genelde takip ettiğim, okuduğum birisi
Yalçınova. Diridir metinleri ve felsefi konulardan söz etmeye düşkün bir kalemi
var, Yalçınova’nın. Kitap eleştiri sahasında bayağı enerji sarf ediyor. Etkili
ve canlı kanlı bir şekilde yapıyor bu işi. Karşılaştırmalı olarak birçok kavram
bir arada birbirine göre tayin edilen yerlere oturuyor, onun yazılarında. Ancak
bu metnin sonunda işi nereye bağlayacak derken, bitişte bir özet olabilecek bir
cümleyle sonlandırıveriyor metni. Oysa onun birçok metni hep bir yeri işaret
eder, bizi yeni bir tespitle buluştururdu. Bu metinde bu şey eksik.
Berat Demirci’nin
‘Ölümün Dünya Hali’ metni ise denemelerden oluşuyor. Tüm diğer metinlerinde
olduğu gibi Berat Demirci, bu metninde tüm kazanımlarını konuşturmuş. Ben,
Berat Demirci’yi daha önce bu ses tonunda hiç okumamıştım. Sanırım bu yoğunluğu
ölüm gibi yine yoğun bir bahis sağladı. Güleriz, ağlanacak halimize türünden
bir tavırla yapmış, modernlik eleştirisini Demirci. Konu, dediğim gibi,
Ölüm. Alt başlıklar ise; Cenaze merasimi, mezarlık, modernite, modernitenin
insanımızdan alıp götürdükleri. Dönüşme vs. Entelektüel, yerel, donanımlı ve
dokunaklı bir Anadolu arabeskçisi şeklinde bilirim ben Berat Demirci’yi. Ama bu
yazı çok farklı bir yerde duruyor. Demirci için. Çağımızda yaşayanların,
ölmeden, dünya ömründe bu türden bir eleştiriyle en az bir kez de olsa
buluşmasını isterim.
Salih Can
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)