4 Ekim 2013 Cuma

SAVRULAN


Selvigül Kandoğmuş Şahin
Şiir ve öykü arasında garip bir ilişki takibi var. Şiir, yeni dünyanın sesini dillendirmeye başladığında, öykü aynı sese epey sonradan yetişir. Şiirde İkinci yeni ile başlayan kapalılık, imge öyküde neredeyse yetmişlerde kendine yer buldu. Aslında öykü bir yönüyle bu alışkanlığını sürdürüyor. Kapalılık, imge gibi şeyler şiirde eskitilmiş kelimeler olup çıkarken; öyküde bu gibi şeylerden beslenenler çoğunlukta hala. Çünkü imge ve kapalılık, belli bir versiyonuyla da olsa II. Yeni tarafından kullanıldı. Ve şimdilik çöpe atıldı. Ki o kapalılık üretici, zengin, yeni bir kapalılıktı. Ve üstelik tek bir kerelik bir hareketti.
  
Oysa kapalılık ve imge gereksiz bir iç çoğaltıma gebe artık. Lafı uzatır, anlamı daha geniş alanlara yaymaya yarar. İlerde edebiyata tekrar geri gelir mi bilmem. İmgenin bu haliyle dönmeyeceği de kesin ama. Şu an, öyküdeki rehavet, gevşeklik de bunlardan kaynaklanıyor. Öykünün, okunurken, insanı dalgınlığa götürmesi; zevk, tahayyül ve idrakin işine yaramayacak bir kalabalığa veya karışıklığa sürüklemesi de yine aynı sebeplerdendir. Doğrusu, benzeri yöntemlerle yazılmış ve öykü damarının dışına atılmayı bekleyen çok öykü kitabı var. Çünkü iki binlere kadar, ben’in kapalı kuyularına düşen öykü; etrafa soğuk, habis bir hava yaydı. İki binden sonra ters bir hareketle bu kez de somutluğa, aydınlığa, sıcak bir sese fırladı, öykü. Ve dilini hem tatlılaştırdı hem de ısısını yüksek tutmaya çalıştı. İki binlerde yazılan öykü ile öncesi arasında böylesi bir fark var.

Savrulan, Selvigül Kandoğmuş Şahin’in yeni çıkan kitabının adı. Savrulan, bu anlamda iki bin sonrasında yazılan öykünün özelliklerini taşıyan bir kitap. Arı, yağsız, samimi bir dili var sayılabilir, Savrulan öykülerinin. Doksanlarda başlayan çirkinliğin estetiğine, hatta çirkinliğin meleklere karşı bir üst sınıfa atladığı bir döneme karşı oluşturulmuş bir dil de diyebiliriz buna.
Cemal Şakar

Edebiyatımızın son otuz yılına damgasını vuran Picasso’nun habis dilinden uzaklaşma çalışmaları şeklinde de okunabilir, Savrulan. Eğer aynı etki hala sürseydi, akar Allah deyi deyi cennetin ırmakları sözünü, akar Allah cennetin buzları şeklinde de okusak fark etmezdi. Çünkü güzellikle çirkinliğin estetiği arasındaki geleneksel tercih o yıllarda edebiyatta yer değiştirmeye başlamıştı. Melek kelimesinin son zamanlarda öyküde çok kullanılması ve anlamlı, sıcak bir dilin yakalanmaya çalışılması temelde böyle bir günah çıkartmaya dayanır. Sanırım bu sesin öncü sesi de Cemal Şakar’dır.
 
Selvigül Kandoğmuş Şahin’in Savrulan adlı kitabında neredeyse son elli yılın edebiyat sesinden yaka sıyırmaya çalışmanın izleri var. Bu çaba ilerde, Şahin’e Doğu’nun berrak ve temiz yüzlü sesini hediye edebilir.


Y. T.


29 Eylül 2013 Pazar

Çiviler ve Çiçekler


Ama bu çiçekler naylon çiçeklerdir. Gerçek değil. Çiviler de öyle. Bu çivilerin uçları olduğundan çok sivriltilmiş. Sırf kanatsın, ezsin bütün çiçekleri de kendisine canavar dedirtsindir amaç. Overdoz türünden şeylerle belirgin tarafları abartılmış varlıklardır, bu çiçekler ve çiviler. İşte seksen şiiriyle doksanın epik şiirini yan yana koyarsak böyle bir manzara çıkar ortaya.

Sen elimden tutunca

Ben miydim yoksa bir başkası
Yürüyen seninle

                                                (80)

Hasiktir patron hasiktir afedersin
Sen de bizim bir şeyimizsin işte
Bunca küfür savurduk bunca güzel dedik anana 
                                                 (90)

Birini sahte bir çiçeğe, diğerini de vahşi bir çiviye örnek göstermek için, iki şiirden alıntı yaptım yukarıya. Şiirlerin altlarına şairlerinin adlarını yazmadım. İsimlere değil, iki ayrı şiir anlayışına dikkat çekmek, niyetim.
Birincisi; gördüğünüz gibi ilk şiirin gözleri boncuk boncuktur. Dışarıdan, bir şekle de sahip görünüyor şiir, ama muhtevada fevkalade boş. İleri düzeyde biçimci. Görüntüsü var şiirin ama etkinlik alanı oldukça dar. İşin ilginç tarafı seksenler şiirinin çoğu şairi şiirlerini bu tarzda inşa etmiştir. Felsefeci bir tarafları da vardır bu şairlerin. Başka disiplinlere ilgi gösterdiklerini ara ara duyuyorum, biliyorum. Yani epey entelektüel sayılırlar da onlar bu açıdan. Buna rağmen seksen kuşağının şiirde hala resim çizmeleri pozisyon mısraları yazmaları garip duruyor. Karın gökten nasıl bir kavis çizerek düştüğünü anlatan türden mısralar var hala seksen şiirinde. Bu aslında onların, bildikleri şeyleri şiirlerinden esirgediklerini ya da şiiri nasıl bir şey olarak algıladıklarını gösterir. Şiiri gövdelerinden ve kavrayışlarından ayrı bir şey olarak görüyorlar demek ki.

İkinci şiirse, sert ve çirkin bir şiir. Fakat bir o kadar da çekici duruyor. Yazılması gerekli miydi bu şiirin? Bence daha farklı bir imajla, yolla yazılabilirdi şiir. Çünkü günümüzde kapitalizmin ağalarının, bu şiirde geçen sözlerin anlamını bazen bir şekilde duymaları gerekiyor. İnsanlık kriterlerine göre, hangi iş ve yol tutuşta hangi kıymete eş değerdir bir patron , bu ona şiirle de bildirilmelidir. Gerçi ben şiirde, öfkenin boynu bükük boğalar gibi oturanını seviyorum, hak yememek adına. Ve bunu biraz Hakan Arslanbenzer’in Vatan Somuttur şiirinde görmüştüm.

Seksen ve doksan kuşağı şairleri birbirine zıt kuşaklar halinde belirirler, her yönden. Hem kişilik hem de sanat açısından farklı alemlerin, ayrı fikirlerin adamlarıdırlar. İki kuşak da birbirinden hazzetmez hatta nefret eder. Çünkü seksen kuşağı alabildiğine yumuşak, gösteriş sahibi ve form güzeliyken doksan kuşağı ise ürün açısından oldukça sert ve yüksek bir sesle tebarüz eder. Ayrıca, seksenler şiirinde baygınlık dışında okuyucuya geçen bir etkiden bahsetmenin mümkünü yok. Epik şiirse etkiyi sertlik sağlamak olarak algılamıştır. İkisinin de dengesi bulunmuyor yani. Doğallık, kendiliğindenlik değişik kaygılardan feda edilmiş. Seksen kuşağı şairleri düşünceye bulaşmadan, omuzları üstündeki kafalarına karışmadan işlerini yürütürken; doksan kuşağı ise tam tersine feraseti, sezgiyi çoğu defa şiddete ya da popülist bir akla harcamışlardır. Oysa Türk şiiri ne doksanın epik şiiri kadar sert ve kabadır ne de gözleri hayatı görmeyecek kadar boncuk boncuk ve ter ü tazedir.

Yeprem Türk


23 Eylül 2013 Pazartesi

Murat Güzel ve İtibar dergisi


 Murat Güzel
 Murat Güzel, eski şairlerden ve doksan kuşağındandır. Aynı zamanda iyi bir şairdir. Fayrap dergisinde bir ara yazdı, epey hacimli ve kaliteli şiirlere imza attı. Belli bir okur kitlesi de oluşturdu diyebiliriz. İlginç üslubuna, çoğu şiir okuyucusunu aşina kılmayı ve belli bir tarz şiirin de sahibi olmayı başardı. Felsefi ve bilinç yanı ağır basan, aynı zamanda güncellik bağlamından da kopmayan bir şiir yazıyor Murat Güzel. Bu, Murat Güzel’in, Ezra Pound ve T. S. Eliot gibi şairleri zamanında iyi özümsediğini gösterir. Gerçi şimdi Eliot’tan, Pound’dan filan bahsetmek ne kadar yenidir bilinmez. Ama doksan kuşağı şairlerinin bu isimlerle yatıp kalktığını biliyoruz. Onlardan sağlam bir şiir bilinci edindiklerini de. Ama işte, yerli, ana kaynaklar ihmal edilince maalesef Ezra Pound da veya başkası da sizi ulaşmanız gereken yere götürmüyor. Sonuçta doksan kuşağı gibi Ezra Poun’dan tevarüs edilmiş tavırlarla şiirler yazmış oluyorsunuz sadece. Hakan Şarkdemir’in, Murat Güzel’in hatta doksan kuşağının birçok şairinin eda ve bilgelik bakımından bu kaynaklardan beslendiklerine şahit olduk. Şiirde iyi sayılırlar ama yerli değiller. Tabi bunun yanın da tuhaf bir İsmet Özel şiiri etkisi de var, doksan kuşağında. Fakat bu başlı başına ayrı bir konu.


Sophhia Aeterna


İri, seyrek damlalar halinde düştük toprağa


Bir kez kendime


Bir kez daha fısıldadığım da kendime


Çıkar çarığını


Bu kutlu, bu ketum topraklarda yürü yalınayak


Yanan çalılığın ateşi yüzünde harlanarak


Dinlediğin kalp atışları


Telaffuzu zor bir harfken gırtlağında kaderin kendine bir pay bırak


… (İtibar, Murat Güzel,22)


Sophhia Aeterna, Ocak 2013 sayısından itibaren İtibar dergisinin yayımlamış olduğu en dolgun ve en derinlikli şiiridir. Üstelik bu şiir, İtibar dergisinde, lirik zannedilen, mantık ve içerik olarak metafizik donanımı zayıf hece şiirlerinin arasında başka bir dünyadan geldiği izlenimi de vermiyor değil- Hece şiirini kendine has bir şekilde kavrayan tek şair İbrahim Tenekecidir, diğerleri onun taklitleri olarak naylon bir etki yayıyor. Çünkü şiir açısından Murat Güzel şiirini taşıyamıyor gibi duruyor dergi. Eğer gerçekten İtibar dergisi Murat Güzel’in şiirlerini yayımlamaya devam edecekse şiir okuyucusu olarak kendi adımıza sevineceğiz. İtibar’ın diğer şairleri adına da üzülmek durumunda kalacağız. Çünkü bu tür şiirler İtibar’ın aşina olduğumuz diğer şiirlerini görünmez kılacaktır. Veya ezecektir. Tam yerli bir şiir olarak kabul edilmese de Murat Güzel’in bu şiirleri, kendisini fark ettiren, okutan kaliteli şiirlerdir. Üstelik, bu tür bilgece konuşmaların, tarihsellik ve derinlik barındırmayan küçük adamın mırıltıları yanında daha etkili ve güçlü görünmesi çok doğaldır.
 

 

Yeprem Türk 








21 Eylül 2013 Cumartesi

CUMHURİYET DİRİLİŞ



Cumhuriyet tipi insan türü, ne medenidir ne de barbardır. Bu insan, olsa olsa  bir kültürcüdür. O da Avrupa -yerli karışımı bir kültürcüdür. Hani biraz ondan koy, biraz bundan gibi. Melez yani.  Mahallemizin havayi takımı desem bunlara daha iyi olur. Sonuçta gene de bizden sayılırlar, onlar.  Dertleri, sıkıntıları farklı sadece, cumhuriyet zihniyetiyle yaşamasını iyi biliyorlar.  Bu yüzden de rahattırlar. Onlar adına üzülmeye gerek yok.

Oysa medeniyetçiler ve barbarlar böyle değil. Dervişler de.  Bulamacı hiçbir alanda sevmezler.  Evetçi ya da hayırcıdırlar. Haev değil.  Düpedüzlük nasıl bir şeyse öyle. Diyeceksiniz şimdi sen onları yüceltmek için yazıyorsun.  Ben diyeceğim ki hayır.  Ben aslında bu metni,  onları övmek için değil.  Onların hallerine yanmak içi yazıyorum.

Sezai Karakoç ve İsmet Özel.  İşte cumhuriyetin belli bir dönem köşeye kıstırdığı kişiler bunlar. Hani bir şiirde bir mısraın dediği, uzun yola çıkmaya hüküm giymişler belki.  Cumhuriyetin vur abalıya yapıp  sesini kısmak istediği insanlar. Diğer yandan bir de Nuri Pakdil var . Bunların üçü de cumhuriyetin bir gecesinde rahat uyumuş insanlar değiller. Yazdıklarından bu anlaşılıyor, verdikleri mesaj bu yönde. Cumhuriyetten razı değiller. Cumhuriyetten bir nimet istemezler, hatta takipçileri olsun cumhuriyetten. Dilemezler.

Mesela İsmet Özel bu karardaydı. Bu sistemde, bu hayatla, kendini kimse anlasın istemiyordu. Çünkü yanlış anlaşılacağından korkuyordu. Cumhuriyetin insanını bozuk paraların, sivilcelerin insanı olarak gösteriyordu. Onlarla beraber olmaya hala niyeti yok.  Onların sahte hoşgörü ve sevgi gösterilerinin altında  hinlikler bulmuştu. Böyle düşünüyordu. Bu algıyla medeniyete gidileceğine dair bir güven taşımaz. Barbar olmayı seçti. Çünkü barbarlık,  bir yönüyle bir odun gibi dümdüz, açık seçikti.

Nuri Pakdil, daha farklı bir konu.  İçi seni dışı beni yakar cinsinden.  Çoğu, az yazmış ama yazmadıklarını yaşamış diyebilir, Nuri Pakdil için. Ama Sezai Karakoç da İsmet Özel de ne kadar uymadıysa cumhuriyet vitrinine onlardan daha fazla yakışmayan da odur oraya. Tipi de yaşaması da yazması da öyledir. Bu bakımdan hepsinden daha yalnızdır.  Bu bağlamda şu an yaşayanlar arasında en hayret ettiğim adamdır. Niye ona bu hayret? Bu da bir damar meselesidir.

Oysa ben Sezai Karakoç’a daha fazla yanarım. Diriliş’in  fikir olarak heba edildiğini düşünürüm çünkü. Diriliş, bir uyanış, bir uhrevi mücadele alanı değil artık. Dergilerde Diriliş,  bir figür, bir meşruiyet kazanma aracıdır. Diriliş’ten bahsederseniz derginiz satar. Yoksa satmaz. Diriliş’in ilerisini görmek ve Diriliş’in gereğini yerine getirmek zorunda değilsiniz. Onu dile pelesenk etmek yeter. Oysa Sezai Karakoç söyle demişti:  Asıl medeniyet, aslında kendini medeni zannederek konformizme ve burjuvaya yaklaşma tehlikesinden koruyup da sırf bu nedenlerden dolayı da medeniyeti reddeden insanın barbarlığa düşme tehlikesini görenlerin oluşturacağı bir şeydir. Belki bir bıçak sırtında durma hali olarak adlandırmalıyız biz bunu. Çünkü medeniyet genelde tüm meyvelerini bu iki tehlikeden uzak durduğu müddetçe ve her iki taraf adına da bu iki tehlikeyi görenlerin çoğunlukta olduğu zaman diliminde vermiştir. Bunlar Sezai Karakoç’un değil benim cümlelerim. Ama onları yine Diriliş kitaplarından süzüp çıkardım. Başka bir adresten değil.  Sezai Karakoç medeniyeti böyle yorumlamıştır.  Medeniyetin hafif bir gevşeklikte evrileceği hazcı  alanla düşünceleri arasına bir tel örgü çekmiş. Diriliş’i korumuştur.  Oysa günümüzün medeniyetçi geçinenlerinin gözleri bu bıçak sırtında değil, medeniyetin bir yönden kendi sınırını aşarak getirdiği zihni cümbüştedir.  Özellikle de Sezai Karakoç’un Diriliş’te atfettiği medeniyet değerlerinin sonradan, bazı takipçileri tarafından  bir cümbüş enstrümanına dönüştürülmesi bundandır.  Cumhuriyetin kendi yarattığı figürler var.  Peki kimler bunlar: Sen, ben, o... Bunlar sayesinde dervişliği, medeniyeti, ayak diremeyi kuşa çevirmeyi biliyor cumhuriyet. Bu kuşa çevirmeler böyle olmuştur  . Oysa bir Nuri Pakdil, Sezai Karakoç, İsmet Özelcilik kavgası değil, bir cumhuriyet sorunu olmalıydı meselemiz. 

Neden?

Her şeyden önce cumhuriyet, dışta fason bir biçimdir.  İçerde fason bir muhteva. Her açıdan kekre bir tadı var cumhuriyet denilen şeklin.  Ama bu, batılılar adına öyle değil, bizim adımıza böyle. Bizde bozucu, onlarda kurucu.  Çünkü batılıların üretip de dünyanın değişik yerlerine ihraç ettikleri bir şey olduğu herkesçe bilinir cumhuriyetin. Mesela onlar istedikleri zaman cumhuriyetleri bütünleyip Avrupa Birliği gibi bir formatı yumurtlayıverirler. Ve hem pratik, bütünleyici  hem de koruyucu bir şey çıkar ortaya. Biz de ise bu tür hareketlerin bir karşılığı şimdilik yok .  Olsa bile zaten zaman alacaktır. Cumhuriyetin aksam bilgisinden bertarafız bundandır muhtemel.  Üstünde yaşadığımız halde cumhuriyetin  rabıta ettiği şeylerin arasında biz bulunmayız, ki bu da ilginçtir, düşünülmeye değer. Bu metinde aslen bunu söylemek isterim. Ne Nuri Pakdil, ne Sezai Karakoç, ne İsmet Özel var  orada.  Hakikaten bu işin adı  nedir,  bir türlü koyamıyoruz.  Bir formatız da yok, işte cumhuriyet bize göre budur diyebilelim. Biz cumhuriyete modern anlamda beyliktir dedik ama tam olarak o da değil. Yine de günümüzde cumhuriyet için, onu hafiften tanımak adına ancak bir beylik benzetmesi yapabiliriz. Ama beyliklerdeki bey, imam, cami telakkisi yoktur onda. Merkez neresi, bu  halen belirsiz. Bizim dışımızda,  Avrupai bir rabıta yapmaya devam ediyor cumhuriyet. Demek istiyorum ki,  bu devran böyle sürdükçe,  cumhuriyet açısından bir medeniyetçi ya da barbar olmuşsunuz,  boş.  Bunun bir anlam taşıdığını sanmam. Kimse sizi anlamaz. Anlamak da istemez . İkisinde de cumhuriyetin dışında, ötesindesiniz.  Yani cumhuriyette yeriniz yok. Ancak kültürcü olursanız durum farklı , o da biraz Avrupai bir kültür mesaisi ister,  ki  içerde, evde yaşama şansınız olabilsin. Bu yüzdendir,  Avrupa  heveslisi kültürcülerimiz dışında, cumhuriyete ayak basıp, rahat yaşayan bir derviş bir medeniyetçi bir barbar tanımadım ben kendi adıma. Onun için gelin, bırakalım şuculuğu buculuğu. Meselemiz cumhuriyettir.


Yeprem Türk

19 Eylül 2013 Perşembe

ŞİİR KANAL İSTANBUL

  
Necip Fazıl Kısakürek
 Günümüzün siyaset dilinin Necip Fazıl’ın siyasi tavrıyla uyuşmadığı biliniyor. Hatta 1960 sonrası kuşakların siyasi şiir tarzıyla kesişmediği de. Buna rağmen İslamcı siyasete mensup kişilerin ya da şairlerin, üzerinden elli altmış yıl geçmiş bir siyasi üslubu takınmaları anlamsız gibi duruyor. Aslında tamamen İslamcı siyasi dildeki tıkanmayla ve yapılan tercihle alakalı bir şey bu. Bir önceki kuşakların siyasal çıkış olarak bir şey söyleyememesi, günümüzde ise Gezi Parkı olayları, artan sokak gösterileri bir bakıma bunun sonuçlardır.

Recep Tayyip Erdoğan
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son zamanlarda kullandığı siyasi üslup bu açıdan konuşulmaya değer. Üstelik Kanal İstanbul gibi büyük bir projeyle laik ve cumhuriyet tarzı ekonomik stratejiye son veren bir başbakanın siyasi dili olunca bu dil, önemi daha da hak eder. Aslında geleneksel devlet anlayışının modern zamanlarda verdiği ilk somut üründür Kanal İstanbul. Cumhuriyet projesi değildir, bir devlet projesidir. Ama nedense başbakan projelerindeki anlam büyüklüğünü siyasetteki diline taşıyamıyor. Siyasal dili güdük kalıyor Erdoğan’ın. Çünkü Başbakan bu günlerde siyasasını veya ideolojisini Necip Fazıl’ın siyasi tavırları üzerinden ifade ediyor. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın artık neredeyse yürürlükten kalkmış olan ve solculara karşı takındığı ötekileştirici dilini de kuşanmak zorunda kalıyor. Oysa Necip Fazıl’ın davranış modeli, Cumhuriyetin ilk versiyonlarından farklı değil. Yani itidallikten oldukça uzak ve katı çizgileri olan bir çerçeve çizer. Şedit de diyebiliriz buna. Çünkü bizim toplumumuzda kendiliğinden üreyen bir şey olmayan sağ sol davası üzerinden sürüyor Necip Fazıl siyasası. Bu bağlamda Necip Fazıl’ın siyasi tavrı neredeyse Nazım’ınki kadar bir tuzak sayılır. Oysa Sezai Karakoç’un siyasası sağ ve solu aşan daha ehil ve geliştirilmiş bir dile sahiptir. Bu her bakıma böyledir. Dirilişin Türkiye dışına çıkıp medeniyetin siyasi dilini oluşturması hem de içerde eski sola ait birçok şair ve politikacıyı etkilemesi bundandır. Ülke dışı siyaset açısından Sezai Karakoç’un biraz Shakespeare’e benzemesi de bu geniş siyasal yelpazeden kaynaklanır. Çünkü Avrupa’yı toparlamaya çalışan bir söylemi var Shakespeare’in. Hıristiyanları dersek daha doğru olur .

Şiiri de medeniyet bazında genel olarak Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç siyasası yönetir, belli bir noktadaysa İsmet özel şiiri ve siyasası etkindir. Ama parsayı toplayan yine Dirilişin siyasi dilidir. İsmet özel siyasasının bugün büyük medeniyet dairesini tam kavrayamadığı görülür. Belli bir alanda, Türklüğün dar çizgileri içerisinde sıkışıp kaldığını varsayabiliriz, ismet Özel siyasasının. Çünkü Türklük kelimesi Özel’de hem kişisel hem de İslami temeller bakımından medeniyetin diğer unsurlarıyla iletişime pek geçmez. Geçemez. Ve onları bir yerde konumlandıramaz da. Yani bu bağlamda bir medeniyeti var eden diğer figürlerle kendi dili arasında kurucu bir bağ oluşturamaz. Onları ötelemek zorunda kalır. Aynen Necip Fazıl’ın hazır kalıplı sağ sol dili gibi. Medeniyet siyasasını da reddetmek durumunda kalır İsmet Özel. Sezai Karakoç’un inşa etmek istediği gelenekçi şiirsel ve siyasi çizginin, İsmet Özel ve onun halefleri tarafından dışarıda tutulması da böylesi bir çıkmazdan kaynaklanır.


Bundandır, son dönemde oluşan yeni şiirin siyasasında tavır olarak ne Necip Fazıl’ın etkisi var ne de Diriliş ve neo-epik şiirin ufku dışında 70, 80 ve 90 kuşağının. Varsa da ters bir etki olarak kabul edilmelidir bu. Çünkü 90 kuşağının çoğu şairi, ya İsmet Özel gibi medeniyet diline kulak tıkamış ya da çıkmazdaki siyasayı görememiştir. Onlar için, kendi ifadeleriyle mahallenin çocukları ifadesini kullanırsak daha yerinde olur. Onların dertleri, sınırlı bir şekilde mahalle anlayışı etrafında döner. Aslında her konuda mahalli bir tavra sahiplerdir onlar. Oysa Kuruluş’un en fazla karşı durduğu şeyler, bu tür mevzulardır. Sizin mahalle bizim mahalle davasını çekiştirmek açıkçası bir gelecek de vaat etmiyor bize. Ayrıca, bir plastiklik de hissetmiyor değiliz onda. Diğer taraftan, amaçsız bir kuşak olan küresel Y ve Z kuşaklarıyla bu bapta kesin olarak ayrılıyoruz. Daha önemlisi Cumhuriyetin çocukları olmayacağımızın söylendiği ilk dergidir, Kuruluş. Kuruluş’u bu anlamda bir başlangıç sayabiliriz. 


 

Y.T.



3 Eylül 2013 Salı





               M.D.     adlı bir şiir kitabı yayımladığımız için M.D şiiri sayfadan kaldırılmıştır.


              Yeprem Türk