18 Mart 2022 Cuma

EVVEL MERHAMET, SONRA YAĞMUR, SONRA SANAT'tan

 

İşte geldi, ikindi. Ufukta bir gök bardağı, içinde Tanrı'nın kızıl nimeti yani renk şarabı.

Diğerleri vakit, ikindiyse sanat.

İkindi, günün en güzel yeri; güneşin alın teri. Ve ben en çok bu vakit dünyaya yaşamaya çıkarım. Yaşamı kırmam.

Galiba bir ikindi vermiş dünyaya Allah beni. Bundan olmalı aramızdaki derin ilişkinin sebebi. Bir nevi coğrafyanın ve vaktin kaderi. Bu anlar, daha bir canhıraş dönüyor içimde, geçmişten geleceğe ezelî hikmetin pervanesi. Muhammedî olanın İsa'dan, Musa'dan, Davut'tan... söylenmesi. Yazı bende çoğu kez bir ikindi mesaisidir. Zihnimin içine yazı ekili bir arazi bırakır bende ikindi esini.  Durur önümde ürünleriyle vaat edilmiş topraklar gibi.

Ben onda masumluğumu, çocukluğumu, Sübhaneke’lerimi ve evvelimi buluyorum; o da bana çocukluk dolu gökçe kabıyla, ufkun kızıl şarabını sunuyor. İçiyorum.

Bazen Ahmet Haşim gibi. Değil bende ikindi vakti izleği sadece incelmiş bir doğa kültürü. Altta sonsuz bir temel gizli. 

Bu vakit indiriyorum milletimin genlerinde olan aşk kuvvetini bilim değil de edebiyat biçiminde. Sereserpe.

Genelde ikindinin yüzü ufkumda asılır bir cennet afişi gibi. İkindi vaktinde müthiş oluyor beka ve dünya düeti. Ezele düşer gibi yolum. insan, tahtadan atlar yapmak istiyor gönlüne ve binip gitmek diliyor ezel evine. Günün sonundaysa ufkumda hep o şey vardı, tüm güzelliklerin ardı: Tanrı

Ve her gün iner akşam, ikindiden bir veda hutbesi gibi. Hissettire hissettire içimdeki gurbeti. Ve ben de seslerim: Ey ikindi yarın da gel, sema önlerinde beklerim seni.


y. türk

EVVEL MERHAMET, SONRA YAĞMUR, SONRA SANAT'tan

 

Yalnızın gurbetine Allah; türküler, ilahiler aşağı iner. Ölüm bile bu kadar türkü bilmez. Yalnızlık, kalbin en yüksek tepesine çıkar, ezgisini dünyaya söyler. Yalnızın göğsü sıla tası gibidir. Bir yudum o tastan, bir parça içli o ezgiden.

 

Tanrı beni yalnızlığa  emanet etmiş. Yalnızlık: Benim velim.  Bekadan başka döneceğim bir evim de yok. Hayatım yalnızlıklarda ve yurtlarda geçti. Yetiştirme yurtlarındaki öksüzlerin içli kametlerini iyi bilirim. Onların anasızlıkları öyle belli ki. Ama yine de gülümsetirdi bir şey, onların namaz ve simalarını. Belki o tebessümler de Allah'ın gizli bir vaadinin içten gıdıklamasıydı.

 

Gelirlerdi, daha sabi yaşta. Yatmak için buz gibi demir ranzalarda. Bürürdü Rahman; onları kendi zırhı ve rahmet kumaşıyla da.

*

Bazen öyle kimsesizdir ki insan, çevre denen kavram kaybolur; dışın biter, içine düşer gölgen. İnsana içinden gelen mektuplar olur, onları okumaktır tesellin. Ve çok kere bir nostalji kalıbı içinde şekillenir, hüznün. Ve bu iyidir. Tedavi eder.  Nostaljiyi küçümsemeyin, en azından ihtiyarlara olan saygıyı artırır. Ne de olsa ataların geçmiş izleri, onun sulbü için geçmişin eğilerek geçilen yerleridir. Nostalji gelir bazı geceleri, evin yalnız adamına masal anlatır; ev geçmişin berrak sularında ipi kopmuş sandal gibi olur. Ne diyeyim, kolay da zor da olsa yalnızların işleri; dilerim bulunsun içlerinde kırkların, yedilerin yürekleri.

 

Saat gecenin 12'si. Sabahtan beri dünyadayım. Beş ezan dışında bir şey duymadım, görmedim. Bir de gökleri: O lavanta kokulu fiziği. Ceketim güzeldi belki ben fark etmeden bir melek geldi ceketimi de beğendi. Köşedeki tabakta ekmek, zeytin... ve su kendince bir hayat yaşadı.  Fatiha’nın, Tebbet’in konusu vardı ayrıca üstümde. Genzimdeyse çocukluğumdan kalma bir Sübhaneke tadı.

 

Şimdi bende nedir yalnızlığın yeri? Derim ki: Yalnızlık benim için uçsuz bucaksız ve ışıl ışıl yollarda giden, Allah'ın bir kamyoneti. Kasasındaysa yüreği soğutan bir cennet resmi; yollar öte akar gider, üstünde dağların serin yeli.


y. türk

EVVEL MERHAMET, SONRA YAĞMUR, SONRA SANAT'tan

 

Sela: Erişmek ister her lisan, şerefeden ses vermek gibi bir hayale.  Ölümde bile.

İnsanlar dünyada gurbet milleti, sela da onları evrenden uğurlama sesi.

Bu yüksek ezgiyle anlarız, gurbette ve vedalarda Allah ortaktır derdimize. 

Selada öyle bir şey var ki, en hissiz  insanın  bile gözündeki yaşı nacakla kesip kopartır.  

Sapanca’da, Toroslar'da,  Rize’de her yerde ölünür. Allah'ın bir evinden diğer evine gidilir. Ölüm, gözleri sulandıran bir ayet gibidir.

Ve dilerim  ölüm, ahiretin bizi bir çeşit fetih mimarisi olsun; canımızı değil gönlümüzü alsın. Yani bu hüzün kütlesinin içinde gizli ve neşeli akan bir nur şeridi olsun.

Her selada kün'ün taburesine oturur, varlığı düşünüp izlerim: İnsanı, karıncası, kelebeği dünya üstünde birer ömür isimleri. Hiçbir varlık yeryüzünde ebedî bir yuva kuramadı ki. 

Bana gelince derim: Yaşlanıyoruz, yaklaşıyoruz köklere. Adem'e, Havva'ya; Elestü Bi Rabbiküm'e.  Yasin hacmindeki o göksel güneşli günlere. Yoksa neye yorulur bu yaşlı kemiklerdeki cevr içre ışıklı neşe. Bekliyoruz yeni bir hayatı önümüzdeki günlerde.

Yontula yontula, yonga yonga dönüyoruz işte evimize.

Hani Yunus’un bir ilahisi var. Ezgiye arada bir Allah da bir sesle katılıp çıkmış gibi. Böyle izler var insanın salâtının ve hayatının içinde.  İnsan bir ömür o tatlı ve şıvgın  izleri sürmekte. Yani zaten insanın bohçası elinde. Diler, gitmenin hoşça bir biçimini.  İster ki bu hayat oyunun bir akşamı anne sesiyle ahretten çağırsınlar kendisini. Doymuştur, kalmak istemez ne güne ne geceye. Sadece kınına girer gibi girmek ister cennetine.


y. türk

EVVEL MERHAMET, SONRA YAĞMUR, SONRA SANAT'tan

 

Severdim yeryüzünde yaşayarak Tanrı'ya görünmeyi. Dertlere pek aldırmazdım, acılarıma ve kardeşlerime her sabah günaydın, iyi günler dilerdim.  Neşemin de bütün ihtiyaçlarını görürdüm. Zenginlik mal çokluğu değil, gönül tokluğudur: Kendimi bu buyruğun gözüyle izlerdim.

Öğlenin sonlarına denk gelen vakit benim en derin en hassas zamanım. Bu anlar dağlarda ya da en azından bir dere kenarında olmayı yeğlerdim. Tanrı tecellisinin kokusunu alırdım. İğde dallarının, incir yapraklarının sonsuz ıtırlarına kapılırdım. Tabiat kardeşimdir benim. Bu vakti kâlû belâ'dan gelen bir yapıt gibi hissederim.  Her insan bir vakte yazgılı mıdır? Bilemem. Bazen bir şarkı söylerdim gizli gizli. İçim, Tanrı'ya değerdi.  Ezgim ezel izli, tabiatın bakışı da güzeldi. Böyle anlarda yaşamım mutlu, bahtım iyiydi. Üstümde bir imge vardı cennet kesimli, serin sulara değimli.

Ve dünya sabahlarında, hüzünde din erken kalkar. Maddenin güzel yemişi seccademi, güneşin doğacağı yere doğru sererdim.  Sonunda serçekuş olacakmış da uçacakmışım kadar severdim namazımı. Tekbirimi, kametimi dünyaya karşı güçlü tutardım. Trajediyi de neşeyi de tecrübe etmeye çalıştım.

Ama dedim ya dostlar dünya tuhaftı. Dünyanın omuzlarında merhamet adlı sırmalı bir atkı vardı. Güveler yemişti yarıdan fazlasını.  Yüreğim şunu ölmüş olsa da hiç unutmamalı: Batı'ya hapsolmuştu, yerkürenin Doğu kanadı. Batı, finans ağıyla soyardı Doğu'daki tecelli arsalarını. Delerdi de tüfeğin en aşağı katıyla yoksulun karnını.

Ve günün sonunda ben denen varlık kırıldı, kırıldı. Ve bundan yeni bir üslûp yarattı.

 

y. türk 

6 Mart 2022 Pazar

KURULUŞ, MART- NİSAN 2022, SAYI: 50






                                                               



                                                       İYİ OKUMALAR

5 Mart 2022 Cumartesi

Silikleşen, Lümpenleşen Coğrafi Kutuplar

 

Dünya, değişeceğine dair ilk emarelerini aslında salgın öncesi vermişti. Dünyaya yön veren coğrafî kutuplar, kendilerinden beklenmeyecek şekilde, kötülük ve haksızlık dolu eylemlerinin zirve noktalarına çıkmıştı.  İnsanlığa hizmet götürmesi, yol açması ve adalet dağıtması gereken coğrafî kutuplar; başkalarına hayat vermek yerine onların emek ve imkânlarını sömürme yolunu seçmişti. Gerçi alt yapısında Haçlı Seferi zihniyetiyle inşa edilen Batı uygarlığı, başlangıcından beri bunu yapmaktan geri durmadı.  Ama  zaman zaman geliştirdikleri retorikten ibaret metodolojik perdeler, bu korkunç yüzün görünmesini, sonraki yıllara erteledi.  Fakat bugün ne ideolojileri ne felsefenin hakikâtinden uzak felsefeleri ne davranışları ne de içinde bulundukları gerçeklikleri insanlığı ikna edebilmekte. Bugüne kadar insanlığı yalan vaatlerle oyalayan Avrupa, Amerika ve Rusya gibi coğrafî kutuplar; zulüm ve yıkım dolu anılarıyla terk edilen gemilere dönmek üzereler.  Çünkü kurt kanunlarıyla hareket eden yapılar, coğrafî kutup olma hakkını elde edemezler.

Bugün bakın, çağın bu coğrafi kutuplarıyla yeryüzünde geldiğimiz yere.

-Doğu, bu kutupların yıkıp geçtikleri talan alanı oldu.

-Milyonlarca insan öldü, ölmeye devam ediyor.

-Bu kutupların ortaya çıkardıkları büyük ve çoklu kan davaları sürüyor. Coğrafyalar arası stres had safhada.

-Dünya genelinde mülteci sayısı artıyor. Hepsi birer mülteci üretme ve mülteciye kıyma makinesine dönüşmüş durumda.  Başka milletlerin kendi topraklarındaki çıkış yollarını kapattılar, kahramanlarını öldürdüler.

- İnsan, değerler bakımından eskiden asırda bir Yusuf kaybederdi, şimdi üç güne bir Yusuf yitiriyor gibi.

-Ve ilginç olan şu: Hakikat ve bütünlük parçalandıkça kapitalizm ve sömürgecilik büyüyor.

-Yalnızların, içine dert olmuşların, içerde birikmiş uktelerin; kan kusturulmuşların sayısı milyarları bulur.

-Bugün coğrafî kutuplar birer kibir abidesi. Ah, kibir. Bütün kibirli dostlarımın hastalandığını gördüm. Kibirli milletlerin nasıl da dağıldığını. Ve kibirli uygarlıkların çürüdüğünü. Kibir tuhaf bir hastalık. Dairesine gireni affetmiyor. Rusya, bu kibir çemberinde can veriyor. Güya Rusya, ben bir kutubum, diyor; oysa Çin ile Amerika arasındaki mücadelede bir koridor ülkeye dönüştüğünün farkında değil. Göreceğiz, Rusya'da Çin mi kazanacak Amerika mı?

Demek isterim ki: Çağımızda üstat, hakem ve yol gösterici bir kutup yok. Kutuplar, lümpenleştiler; insanlığın, soylu siyasetin gereklerini yerine getirmekten ziyade kendi iğrenç emellerinin peşlerine düştüler. Saygınlıklarını kaybettiler.  Frantz Fanon, ezilenlerin egemenin dilini kullanmaya meyilli olduklarını ifade etmişti. İbn Haldun da mağlup olan galibi taklit eder, demişti. Günümüzde egemenlerin dilini kullanmak, mağluplara tiksinti veriyor. Bu, neden böyle oluyor? Çünkü taklit edilecek güzellikleri ve saygı değerlilikleri yok artık galiplerin.  Modernizm baştan beri buyurgan ve saygısız bir doktrindi. İnsandaki kendilik haline izin vermez. Sizi ötekine göre bir yere konumlanmaya, bir kıymetsizliğe ve güvensizliğe zorlar. Ya biz'e ya öteki'ne mecbursunuz, der.

Bunları söylerken elbette 'Carl Schmitt'ten bahsediyorum. Bu anlayışla yola çıkanların, siyasi doktrin oluşturduklarını ama bir siyasi öğretiye ulaşamadıklarını söylemek istiyorum. Coğrafi kutuplara doktrinlerin değil saygın kadim unsurları içine alan öğretilerin hakim olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Öyle ki artık yeni bir kutup bekliyoruz. Beklemek zorundayız. Dünyada en az dört milyar insana adalet, hakikat dolu bir içerik üretecek bir kutup, diliyoruz. Makineyi, mekaniği, tekonolojiyi ozanca kullanan bir kutup.

Öyle ya, dünyayı, uygarlığı zulümler ve hukuksuzluklar eskitir.  Ve yaşam şekli bu eylemlerle sökülür; yeni ve taze güçlü zihin ve ahlâkla tekrar örülür. Dünya hep böyledir; sökülür, örülür; örülür, sökülür. Sökenler de örenler de coğrafî kutup dediğimiz medeniyet ya da uygarlık milleridir.

Aslında kadim bir gölgedir,  Coğrafî Kutup. Tanrı'dan da gölgesini almalıdır. Bunun aksinden korkulmalıdır. Devlet, kadimden gelen bir şeye kulak tıkayacaksa kulağını nereye verecektir?  Her insanî yapı altında ezelî bir zemin de taşır. Ben bu bahsettiğim yere 'başyer' diyorum.  O başyer'de görkemli ve canlı bir ruh vardır. Zaten böylesi anlarda çağırırsa orası çağırır.  O baş yer ki insanı arıtır, devleti, siyasayı durultur. İnsanı zaten oldurursa yine orası oldurur. 


Yeprem Türk