14 Aralık 2020 Pazartesi

&

 

Emevîlerle birlik, halifeliğin saltanata dönüştürüldüğü söylenir. Halifelik, ümmeti temsil eder. Saltanat  ise temel itibariyle kabilevî olanı. İbn-i Haldun; devlet ve iktidarın, deneyim ve gözlemlerinden yola çıkarak, asabiyye kuvvetiyle doğduğunu yazmıştır. Aslında saltanatla kabilevî olan arasındaki sıkı bağı da göstermiştir.

Ona göre iktidarın başlangıçları kabilevîdir. Ama daha sonra da halk bu kuruluş aşamasını unutup iktidarı benimser. Ama bu benimsemede iktidarın, kabilevî olanı aşması ve genelleşmesi önemli bir etkinliktir.

Kureyş kabilesinin, M.S. 440 yılında Mekke’yi alması önce kabilevî asabiyye iledir. Ama Kureyş’in Mekke’de tüm halka açık bir katılım siyaseti uygulaması onu kabilevî asabiyeden kurtarıp medenî sahaya taşımıştır. Kureyş, toplayan toparlayan manasına gelen bir kelime. Kureyş demek birlik demektir, şehirdeki herkes demektir. Kureyş’in önderliği bu nedenle herkes tarafından benimsenmiştir. Efendimiz’in ‘imamlar Kureyş’tendir sözü’ toplumdaki ortak duyguya ve ideaya vurgu yapar.

Osmanlıda oluşan saltanat kavramı da bir bakıma Kureyş’in siyaset anlayışını temsil eder. Kabilevî olandan başlar, medeniyete ve halifeliğe sıçrar.

 Yeprem Türk

 

 

&



Cins dergisi sayı 59’da Sevmek üstüne dosya gibi bir şey yapmış. Ali Ural ve Ali Ayçil ile söyleşilmiş. İkisinin de söyledikleri, şiirleri ve yazdıkları tarzıma uzak şeylerdir. Ali Ayçil, Sezai Karakoç’un ‘ Suna dedimse sen, Leyla dedimse sen’ dizesi için diyor ki ‘Ben bu öznesizleştirmenin tehlikeli bir şey olduğunu düşünüyorum. Suna dediğimizin Suna, leyla dediğimizin Leyla olması gerekir. Bu muğlak, muhayyel, bedensiz, afaki sözlerle bir ilişki nasıl mümkün olabilir. ‘
 

Daha önce de Mehmet Aycı ‘Sezai Bey’in ‘ Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız’ dizesi için niye boş yere koşalım ki şeklinde bir şey söylemişti.

Yani aslında doksan kuşağının pozitivist zihnini yansıtır bu yorumlar. Mevlana’yı, Yunus’u pek anlamazlar; doksan kuşağında olanlar.

Ben, doksan kuşağının birçok sakat ve boş düşüncesinin olduğunu biliyorum, bu nedenle onlardan etki almadım. Bu görüşleri nedeniyle olsa gerek doksan kuşağından eleştiri metinleri çıktı ama büyük şiir çıkmadı.

Sanki bana zihniyet olarak İkinci Selanikçiler gibi geldiler hep.


Yeprem Türk

 

19 Kasım 2020 Perşembe

NOT


Devlet Şiiri kavramını bünyem benden daha iyi biliyor.  Dedim ki bir dizemde ‘Meni beni ta nerelerden getiren gemi’

Bu mısraımın temeline aşağıdaki metinleri koymak isterim. Devlet Şiiri galiba böyle bir şey.

 

1.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

 (Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk)


 

2.

İnsan bedeninin başlangıç ve sonunu bildirir.  

Ey aziz, malûm olsun ki; filozoflar demişlerdir ki: Bedenlerin başlangıcı ve sonu topraktır. Nitekim Hak Taâlâ Kelâm-ı Kadim'inde: "Sizi yerden yarattık; yine ölümünüzden sonra sizi toprağa döndüreceğiz. Hem de ondan sizi başka bir defa aha çıkaracağız." (20/55) buyurmuştur. Zira ki yukarıda açıklandığı üzere yıldızların şualarının tesirleri ile dört unsur toplanıp, kaynaşmaları bir miktar itidal buldukta; toprak kendi suretini terkedip, bitki suretine gelir. O bitki ya ekmek veya hayvan yemi olur. Böylece ekmek ve hayvan, insan gıdası olduğundan, sözü edilen kuvvetler bu minval üzere hizmetlerinde bulunup; çekme kuvveti, ki iştihadır, gıdayı çekip, tutma kuvveti hıfzedip, hazmetme kuvveti pişirir. Ayırt etme kuvveti kalını inceden ayırıp, itme kuvveti kalını bağırsaklar yolundan çıkartıp gider. Bu durumlar, kuvvet ve zayıflığa göre iki saatte veya üç saatte veya dört saatte midede meydana gelir ki, ona ilk hazım derler. Sonra inceyi, ciğer kendine çekip sözü edilen kuvvetler midedeki işlemleri bir daha orada işlerler. O zaman orada kesif olan dört kısım olu ki: Bir kısmı dalağa gidip siyah köpük olur. Bir kısmı safra kesesine gidip safra olur. Bir kısmı böbreğe gidip sidik olarak mesaneyi bulur. Bir kısmı akciğer tarafına gelip, göğüste balgam olur. Bu durumlar dahi kuvvet ve zayıflığa göre iki, üç, dört saatte ciğerde meydana gelir ki, buna ikinci hazım derler. Onda kalan latif halis kan olup, ana damarlara ve azaya akıp gider. Bu kuvvetler, işlemlerini bir daha damarlar içinde belirli bir müddetle tamamlarlar ki, buna üçüncü hazım derler. Bu hazmın tortusu deliklerden çıkıp; kulak kiri, çapak, burun kiri, kıl, tırnak, ter ve uzuvların kiri olur. Eğer bunlardan fazla o tortudan bir nesne kalırsa akıntı, nezle, yara, cerahat gibi hastalıklar olur. Damarlar içinde kalan latif kanın her cüz'ü bir uzva bölünüp, şekil verme kuvveti  o cüzleri bulunduğu uzuvlar rengi ile tasvir eylediği halde, o kuvvetler o işleri o müddette o damarlar içinde bir dahi ederler ki, buna dördüncü hazım derler. Bu hazmın kalıntısı bedenden eksilen kısımları doldurur, tamamlar. Belki fazla et ve yağ olup, o cismi güzel ve yağlı eder. Kalan latifin özünü, üreme kuvveti erkeklerin sulbüne çekip, onda meni eder. Kadınların göğsüne çekip, onda hem meni ve hem süt eder. Sonra o gıda hülasası olan meni, belirli bir kuvvette birleşme vasıtası ile kadınınki ile birleşir. Rahme düşer. Orada kırk güne dek meni suretini terk edip, kan pıhtısı suretine gelir. Yani uyuşmuş kan olur. Ve bir kırk gün daha geçtiğinde yani seksen gün sonra o kan pıhtısı et parçası olur. Üçüncü kırk gün tamamında yani yüzyirmi gün sonunda o et parçası içinde kemikler, sinirler, damarlar, uzuvlar, etler, yağlar, saçlar, tırnaklar vücuda gelir. Dördüncü ay tamamlandığında ceninin bütün azaları olgunlaşıp, onda hayvanî ruh tasarruf sahibi olup, göbek bağı yolundan gıdası kan olur. Çünkü nutfe rahimde karar bulup: Evvelki ayda zühalin terbiyesinde olur. İkinci ayda müşterinin terbiyesine gelir. Üçüncü ayda merihin, dördüncü ayda güneşin, beşinci ayda zührenin, altıncı ayda utaritin ve yedincide ayın terbiyesini bulur. O halde eğer yedi aylık doğarsa o çocuk yaşar. Eğer sekiz aylık doğarsa ölür. Zira ki, sekizinci ayda zühalin terbiyesine gelir. Zühal, soğuk ve kuru olduğunda tabiatı ölüm olur. Eğer dokuz aylık doğarsa müşterinin terbiyesinde olduğundan ölmez, yaşar. Zira ki müşteri rutubetli ve sıcaktır, tabiatı hayat olur. Anlatılan başlangıç yolunu, Hak Taâlâ beyan edip buyurmuştur: "Biz insanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde) az bir su nutfe yaptık. Sora o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler haline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış verdik. Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şani ne yücedir!" (23/12- 14) Bu tafsilin özü böyle olmuştur ki: İnsan bedeninin madde ve aslı topraktır. Toprak önce bitkiye gelip, ya ekmek veya hayvan yeygisi olmuştur. O ekmek ve hayvan insan gıdası olup, ondan erkeklerde ve kadınlarda meni suretini bulmuştur. Sonra ana rahminde nutfe, kan pıhtısı, et parçası olup; kemik, sinir, damar, et ve yağ ile dolmuştur. Sonra ya kız veya erkek oldukta; ruh bulup, doğup ortaya çıkmıştır. Ya yaşayıp kemalini bulmuştur. Veya akıl baliğ olmayıp çocuk iken ölmüştür. Halbuki feleklerin hareketleri ve yıldızların şuaları ile toprak unsurunun bin cüz'ünden ancak bir cüz'ü bitki olur. Bitkinin bin cüz'ünden bir cüz'ü ancak ekmek ve hayvan olur. Hayvanın binde biri ancak insan gıdası olur. Gıdanın bin cüz'ünden bir damlası meni olur. Bin damla meniden ancak bir damlası rahme düşer. Rahimlere düşen nutfelerden binde biri çocuk olarak doğar.

İbrahim Hakkı, Marifetnâme


Yeprem Türk  

BUZDOKUZ. Sayı 1


BUZDOKUZ. Sayı 1. Dergiyi Hakan Şarkdemir ve Hayriye Ünal çıkarıyor gibi. En azından Buzdokuz’un şiir anlayışına bu iki ismin sanat yordamları hâkim. Kökende Dada’ya bağlı olduklarını izhar ediyorlar. Hâlâ şairlere torbadan kelime çekmeyi öneriyorlar. Dada hareketi ilginçti. Bizim halk şairlerimiz bu şiir akımına tanıklık etselerdi,  kısa yollu adlandırma alışkanlıklarının bir sonucu olarak Dada’ya, Tombala Şiir diyebilirlerdi.   

2020 yılında Türkiye’de çıkan bir derginin bu akımı kök kabul etmesi ve sırtını ona vermesi hayli ilginç. Epey de bir gericilik.

Bu akımın halk içine etkisi hipy'ler çıkarması ile olmuştu. Yani Dada’nın sonucu: Hipy’lerdir. Onlar da yaptıklarının bir manasının olmadıklarını anlayıp hayal kırıklıkları içinde mistisizme, anlama yöneldiler. Yaralarına ilacı orada buldular. Yücel Kayıran’ın bir dizesinde dediği gibi ‘Anlam insanı iyileştirir’.

 

Hakan Şarkdemir’in ‘İleri Şiir’ kavramı var dergide. Ve ileri şiiri şöyle tanımlıyor, Şarkdemir.  1. Kültürel habitusa karşıdır. 2. Hiçbir estetik ve politik muhite bağlanımı yoktur.  3. Yıkmak barbara özgü bir eylemdir. İleri Şiir egemen dili yıkar.

Bu ifadeleri kültürel habitusa karşılık bakımından ölçelim önce. İleri Şiir ifadesi, modernizmin ürettiği ileri toplum, ileri düşünce vb. fikir havuzunun bir devamı, bir ifade biçimidir aslında. Kavram olarak içine doğduğumuz anlayışa mahsustur. Tabiî Batı’nın kültür sahası içinde ya bu habitus, ona bir şey demez Şarkdemir, terakkisinin bir gereği olarak.

 

Hiçbir estetik ve politik muhite bağlanımı yoktur. Bu bağlamda Hakan Şarkdemir, İleri Şiir adına tüm söylediklerine işte Deleuze de böyle düşünür, Clegg ve Guttmann’in söylediği şu cümleler de yazımı ve düşüncemi destekler mahiyetinde referanslar getirmiş şiir düşüncesine. Madem tüm estetik ve politik muhitleri reddediyorsun, neden görüşünü bu şairlerin ve sanatçıların görüşleri üstüne bina ediyorsun. Onları da ötelemen gerekmez mi? Gerekir elbette.

Hâkim estetiğin reddini en iyi yapan kişi: Şems’tir. Şu, bunu dedi; bu şunu dedi’ yi bırakıp ben ne diyorum, derdine düş, anlamında şeyler söylemiş, Şems. 

 Dergide öne çıkan diğer bir öneri de: Şiirin çıkmazda olmakla ilerleyeceği düşüncesidir. Bunu da zaten Turgut Uyar’dan biliyoruz. 

Yama Şiir için de Buzdokuz bir şeyler söylemiş. Onu konuşmak bile abes. Osman Serhat Erkekli, benim bir şiir kitabımdan dizeler seçerek Olağan Şiir’in son sayısında (16) bir Yama Şiir yapmıştı. Yazdığı demiyorum, yaptığı yama şiirdi Erkekli’nin.  Eskiden beri olan bir şey bu, bizim şiirimizde. 


Yeprem Türk


13 Kasım 2020 Cuma

&

 

Batı ile İslam dünyası arasındaki fikir farkını Endülüs ve Selçukluda; eylem farkını ise Osmanlıda görürüz.

Endülüs ve Selçuklu tarihi medeniyetin kandil dönemi, Osmanlı meşale çağıdır.

Kandil birikimi, meşale eylemi anlatır.

Meşale, medeniyetimiz adına 1071’de yakılır.

Batı aklı, 1071’e bu meşale yakılana kadar dağınık bir akıldı.

Batı toplumlarını ortak bir zemin arama duygusuna 1071 ruhu iter.

Türklerin Anadolu’da ilerleyişi onları Haçlı seferlerine götürür.

Malazgirt Gazası olmasaydı, bugün bir Avrupa ruhu da olmayabilirdi. 

1071, Mehmet karakterinin ve Europa’nın şekillendiği yer.

O günden sonra yeryüzü siyaseti, Osmanlının ve Batı dünyasının satranç oyunu gibi.


Y. Türk

KAYGUSUZ Temmuz- Ağustos 2020 Sayısı İçin.

 


Dergide tashih isteyen bilgiler var. Gençler sanırım pek okumadan yazıyorlar. Dergilerin halk nezdinde okunmadığını söylerler epeydir. Toplumun bu konudaki tavrına katılırım, okumasınlar zaten okuyup da ne yapacaklar. Çoluk çocuk yazıyor artık dergilerdeki metinleri, zırvaları. Buradan geriye göz yorgunluğu kalır sadece.  

Salim Nacar, Muhammed Sarı’nın bir görüşünü teyid ederek yazısında paylaşmış. Muhammed Sarı, Cenap Şahabettin’in  ‘Münacat’ şiirini ilk deist münacat olarak saymış. Oysa yanlış bir karar, bu. Hem Türk şiirinde hem İslam şiirinde hem dünya şiirinde ilk deist münacat değildir, bu şiir. 

‘Söyle ey Tanrı! Dizlerin nerede’ mısraından dolayı bir şiiri deizme dahil ederseniz, yanılırsınız. Musa’nın ümmi çobanının söyledikleri de buna benzer bir şeydir.

Kısaca söyleyeyim: Bu söylem deist değil, antropomorfist bir deyiştir. 

Muhammed Sarı 15 Temmuz Şiiri Meselesi adlı yazısında ‘15 Temmuz, yukarıda zikrettiğimiz dönüm noktalarına nispetle çok dar bir çevrede cereyan etmiş; tarafları, sebepleri ve akıbeti üzerinde toplumsal bir uzlaşı bir yana ayrışma ve kararsızlığın öne çıktığı; sayısız istihbarî ve adlî müdaheleyle her gün şekil ve renk değiştiren bir hadise.’ demiş. Vatanını koruyan halkı, şehitleri suçlu çıkarmış. Oysa gün geçtikçe 15 Temmuz Direnişi’nin önemi daha iyi anlaşılıyor. Ve bu direnişte hiçbir siyasi uzantı yoktur. Halk sokağa çıkmasaydı, siyasiler ne yapabilirdi ki. Hiçbir şey. 

Dergide ayrıca 15 Temmuz Şairliği, küçültücü bir ifade ile ele alınıyor. 15 Temmuz Direnişi’ni küçümseyen halkını, tarihini, şehitliği küçümser.  15 Temmuz Direnişi şairi olmak, büyük bir onurdur.

Kaygusuz da şiirden, fikirden çok kin var.  


Yeprem Türk

20 Ekim 2020 Salı

KURULUŞ Kasım- Aralık 2020 YIL 7 - SAYI 42



 

DERGİDEN NOTLAR

 

***

Şimdiyse şiirde bu deneyim kayboldu. Etkilenme endişesi ise aşıldı. Artık dergilerdeki şiirlerde bir başkasının deneyimini dönüştürme dönemi başladı.

Bir dergiden bir dize veriyorum: ‘Adımın anlamını soruyorum bin yıllık sözlüğe’ . Oysa İbrahim Tenekeci, bu sorunun cevabını yıllar önce vermişti. ‘Adımın anlamı seni sevmektir’ şeklinde bir mısra yazmıştı.

Yücel Kayıran, bir dizesini, ufak farklılıklarla değiştirip ondan yeni bir mısra çıkaran genç bir şairi sosyal medya hesabından faş ettiğinde, delikanlı sadece ‘Abi iyi yakalamışsın’ demişti.

Bunlara daha onlarca örnek ekleyebilirim.

Deneyim ağır bedel istiyor ve şair buna yanaşmıyor. Başkalarının dünyasına, deneyimine ve ürettiklerine modifiye yapıyor.

***

 

Birinci Kızılelma, Malazgirt Gazası ile başlar ve İstanbul’un fethine kadar sürer.  Artçı rüzgârıyla da Avrupa’nın içlerine kadar etki eder. Yani 11. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar olan süreç, Kızılelma’da birinci maceramızdır. İlk Haçlı seferlerinin ortaya çıkmasına da bu ‘Kızılelma’ sebep olmuştur. 1071, bizim Kızılelma’mıza temel teşkil ettiği gibi Haçlı Seferlerini de başlatan tarihtir. Batı’nın tarihini derinden etkilemiştir. Son bin yıllık Batı tarihi, 1071 etkisini kırmak üstüne inşa edilmiştir.


***

 

Tüm müminlerin ilahîsini söyledi, Libya’da, Ömer Muhtar. Bir anlığına bu ilahî söndürüldü. Şimdi, o ilahî kaldığı yerden söylenmeye devam ediyor.  Ve bu ilahî, bize Ömer Muhtar’ın şahsında Libya’nın maziden ses veren selamı, yaşamı, uyanışı. Sadece dostlara gidecek kadar mahrem, derin, içli bir kelamı. Ve daim kalacaktır onun mümin hatıraları, kahramanlığı ve gök kubbemizdeki yâdı.


Y. TÜRK