16 Temmuz 2018 Pazartesi

&


Bugün kızlarımız sokakta tek başına rahat yürüyemiyorsa; emanete, namusa ve insana hürmet edilmiyorsa; kamu mallarını ve milletin gelirini, hazinesini emanet edecek devlet adamı bulunamıyorsa; mahkemelerde cinayet davaları bu derece artıyorsa; aile içi sapkınlıklar meydana geliyorsa; üniversitelerimizde terör örgütleri lehine sözcülük yapan, devletini, milletini, onun bayrağını ve değerlerini küçümseyen binlerce aydın varsa; bunlar, yüzyıl önce saf pozitivist eğitim anlayışıyla yola çıkmamızın feci kazalarından birkaçıdır sadece.

Bugün gerçekten dünya genelinde bir ilim probleminin yanında ahlak sorunu var. Aslında ahlak da başlı başına başka bir ilimdir.


Dünkü pozitivist köke dayanarak kendini çürüten ve öldüren bürokrasinin karşısına bugün pozitivizm temelli bir teknokrasinin çıkarılması olumlu bir anlam ifade etmiyor.


Adem Kalan

14 Temmuz 2018 Cumartesi

&


Örneğin turizm ve kültür bakanı, kültürden anlamasa, onu bir şirket zihniyetiyle işletse ne olur? Hiçbir şey. Çünkü ülkemin insanları, hiçbir çağda kültürü bakanlardan öğrenmedi. Zaten nefes alan bin küsur yıllık derin bir kültürümüz var.  İnsanımızın kalbinde, ruhunda ve yaşamında bu, aynel yakin yer alıyor.  Yunus, Akif, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Fuat Sezgin ve Nurettin Topçu gibi devasa kültür külliyatları bırakan adamlarımız var.

Milli eğitim bakanı, milli eğitimi, pozitivist damara koysa ne olur?
Belki PKK’nın aydınlar bildirisine imza atan 150 bin aydınımız daha olur. Ama sonunda yine de hiçbir şey olmaz. Şiirin ilmi Yunus’tan, Şeyh Galip’ten, Akif’ten, Sezai Karakoç’tan. Mimarinin ilmi Mimar Sinan’dan, Siyasetin ilmi Nizam-ı Mülk’ten, Osman Gazi’den vs. akıp gelir.

Kadim inancımızdır. Yapay ırmaklar düzelir. Bu topraklarda eğriltilmeye çalışılan ne varsa, yeri gelir yatağını bulur. Akıl ve bilim, dinin iki çocuğu olur.


Y.Türk


&


Metafizik neden önemli?

Birinci metafizik, bizim bilgi ve teknik edinme kaynaklarımızdan biridir.
Aslında Socrates öncesi Grek filozofları da bilgiyi hep bu kaynaktan beslenerek inşa ettiler. Ve kült bir antik dönem oluşturdular.
Socrates sonrası ise Batı’da yine metafizik temelli, kritikler, teknikler ve görüş edinme yolları ortaya çıktı.

Bizim bu yüzyılın başlarından itibaren Batı’ya gitmiş ve eli yüzü düzgün fikirler serdetmiş Yahya Kemal ve Nurettin Topçu gibi entelektüellerimiz, kendilerini onlarla beslemiş ve onlarla yarenlik etmişlerdir.

Aslında bu okumalardan edindiğim tecrübe şudur: Batı iki yüzyıldır, bizim ilme bakış açımızı değiştirmeye çalışıyor. Çünkü bu temel, kendine has büyük ilim adamları, büyük devletler ortaya çıkarıyor.

     A.    S. Exupery, Küçük Prens adlı eserinde aslında  bizim için Avrupa’nın ilme bakış açısını özetlemiş:  Bu asteroit teleskopta sadece bir kez, o da 1909 senesinde bir Türk tarafından görülmüş. Gök bilimci bunun üzerine Uluslar arası Gökbilim Kongresi’nde büyük bir sunum yapmış. Fakat kıyafeti yüzünden hiç kimse ona inanmamış. Büyükler böyledir.
Neyse ki bir Türk diktatör Astreoit B-612’nin şerefine, halkını ölüm cezası zoruyla Avrupalılar gibi giyinmeye mecbur etmiş. Derken, çok şık bir kıyafete bürünen gökbilimci 1920’de sunumunu yapmış. Bu sefer herkes onunla hemfikir olmuş’.


Yani bir şekilcilik uğruna kadim öğrenme yöntemlerini diriltmeden, ihya etmeden, bilgi edinme şeklimizin özü terk edilemez.


Y.Türk

&


Bir yazısında (13 Temmuz 2018, Yenişafak) Yusuf Kaplan,  yeni şekillenen milli eğitim anlayışı üzerine dikkat çekti. Milli eğitimin pozitivist bir temel üzerine inşa edilmesinden duyduğu korkuyu dile getirdi. Socrates bağlamında konuyu açıkladı. Metafiziği kesbetmemiş bir kişinin başarılı bir eğitim ve öğretim hayatının olmayacağını dile getirdi.

Gerçi yüzyıl önce de böyle olmuştu. Kurtuluş Savaşı’nı kazanan halka oldukça farklı bir ruhta eğitim anlayışı dayatılmıştı.

Şimdi 15 Temmuz Direnişi sonrası benzerini yaşama ihtimali çok yüksek.

Medeniyet ve ulvi değerlerimiz, ancak direnişler de kurtuluş savaşlarında işe yarıyor. Bu irfanı diğer alanlara yaymamaya gelince, iş değişiyor.

Maalesef, büyük direnişler ve savaşlar kazanan ruh, sonraki dönemlerde itibardan düşüyor.

Oysa bu ruhtan belirmeyen, ortaya çıkmayan bilgi ve anlayış pek de işe yaramıyor. İnsanımız geleceğe taşıyamıyor.


Y.Türk


6 Temmuz 2018 Cuma

Wole Soyinka

Nijerya, medeniyet açısından bize uzak bir ülke değil. En azından, Osmanlı döneminde gelişen sıkı bir ilişkimiz var. 1600’lü yıllarda Nijerya İslami bir ülke gibi anılmaya başlar.  Ve Nijerya’nın bugün neredeyse yarısı Sünnidir. Mezhebi de genel itibariyle Malikilik’tir.

Ancak Osmanlının dünya sahnesinden çekilmesiyle buralar, İngiliz sömürgesi haline gelir. Ve bugün yerel halklar, kendi yerel dillerini bile çoğu bölgelerde terk etmiş durumdalar. Ve ana dilleri olarak İngilizce konuşuyorlar. Nijeryalı arkadaşım Şayo Onajabi sayesinde Nijerya’nın modern dokusunu daha yakından tanıma ve öğrenme imkanı buldum. Örneğin Nijerya’nın kültürel olarak bölünmüşlüğünde Yoruba ve İboa gibi birçok kabilenin bütünleşememiş olmasının payı büyük. Hem ekonomik hem de medeniyet bakımından büyük çıkmazları var Nijerya’nın. Öz arayışlarını bile başka uygarlıkların dilleri, kavramları üzerinden yapmaktadırlar. Kendilerini İngilizce benzeri sömürge dilleri ile ifade etmektedirler. Doğrusu ya edememektedirler

Siyahilerin genel derdidir, bu. Orijinalliklerini ve ruhlarını kaybetmek. Uluslararası boy gösteren irili ufaklı birçok kulüplerde sporun her dalında onlar bulunuyorlar. Ancak ruhta ve kökte bu derece etkin değiller. Ruhlarını, milliyetlerini ve özlerini yitirdikçe sporda var olmaya, oradaki açığı bedenle kapatmaya çalışıyorlar. Ancak bu başarıları da köklerine, varoluş hanelerine yazılan bir galibiyet değil. Dünyaya millet ve medeniyet olarak tutunamamanın bir büyük boşluğu olarak duruyor.
Nijerya’nın en öne çıkan şairi, bir Afrikalı olarak ilk Nobel Ödülü kazanan Wole Soyinka’dır. Wole Soyinka, edebiyatın diğer türlerinde de birçok eser vermiştir. 

Şiirlerinde kurduğu dil Amiri Baraka’nın bir başka versiyonudur. Yer yer imge yer yer konuşma dili iç içe geçer, şiirlerinde. Nijerya’nın bağımsızlığı için çalışmasına rağmen, bu çabanın istediği nefes ve epiklik, şiirinde yoktur.  Düşüncelerini imgesel  bir düzlemde kuruyor.

I THİNK İT RAİNS

I think it rains
That tongues may loosen from the parch
Uncleave roof-tops of
the mouth, hang
Heavy with knowledge

I saw it raise
The sudden cloud, from ashes.
Settling
They joined in a ring of
grey; within,
The circling spirit.

O it must rain
These closures on the mind, blinding us
In strange despairs, teaching
Purity of sadness.

And how it beats
Skeined transperencies on wings
Of our desires, searing dark longings
In cruel baptisms.

Rain-reeds, practised in
The grace of yielding, yet unbending
From afar, this, your conjugation with my earth
Bares crounching rocks.


 YAĞDIĞINI DÜŞÜNÜYORUM YAĞMURUN

Yağdığını düşünüyorum yağmurun
Kuraklıktaki umuda
Gökten ilham ve aşkla
Odur toprağıma anka
Küllerden doğup
Göğe çıkmış  bir defa
İnecek de yurduma
Semaa karşı
Hep yerde kapalı kalmakla
Kör olur ışıltı
Hem gönülde
Hem akılda
Mutlaka yağmalı
Benliği sarmalı
Ruh tutsak
Bu kara bahtı yıkmalı
Ayin kıvamında
İnmeli
En azından boyun eğmeyene
Onu bekleyene
Serinlik
Ululuk, genişlik vermeli


Çeviri: Yeprem Türk

5 Temmuz 2018 Perşembe

Şiirin Kanatları Altında


Şiirin Kanatları Altında’. Nurettin Durman. Çıra Yayınları. Nisan 2018. ‘ 


Şiirin Kanatları Altında, cahiliye dönemi şiirinden tutun, günümüz şiirine kadarki süreci içine alan özet bir kitap.  Bin küsur yıllık şiirimiz, hangi dönemler hangi halleriyle zuhur etti?  İnsan, şiiri, zamanının imkan ve bünyesi ile nasıl adlandırdı? Bütün bu sorular, geçmişe doğru bir kuşbakışı ile cevaplanmaya çalışılmış.

Zaman gelmiş şiir bir bilgi terkibi, zaman gelmiş bir eğlence aracı olmuş bazen de kendisini topluma yol gösterecek kadar liyakatli görmüştür.
Ama Nurettin Durman, şiiri, her daim katı ideolojik çerçeveden ve anlaşılması zor metinler olarak görmekten uzak tutmuştur. Bu minvalde, kitapta, Ahmet Haşim’e karşı bol miktarda eleştiri var.

Biz, Divan şiirini Farisilerden aldık ve Sekb-i Hind olarak zirveye erdirdik. Ve bunu Farisileri birçok savaşta yenmemize rağmen yaptık. Nurettin Durman, bu durumu şöyle bağlıyor. Büyük İskender, Pers İmparatoru Daryus’u yenip hakimiyetini ilan edince Persliler gibi giyindiğini söyleyip, oralı olduğunu anlatmaya çalışır. Sanırım bu da bir çeşit fetih sanatı olsa gerek.
Gerçi yeni Cumhuriyet şiirinde kullanmak üzere aldığımız Batılı şiir tekniklerini, böyle bir tavır sonucu edinmediğimizi biliyoruz. Biraz da sanki mecburiyet var, işin içinde.

Kitaptaki, Şiirin Görkemli Çağı adlı metin, kitabın ve medeniyetimizin şiire bakış açısının özü ve tartısı olmuş adeta. İnsanı çağrışımlara gebe bırakıyor, geçmişten günümüze de yankılar taşıyor.  Şuara Suresi ile hakiki şairin tanımı yapılıyor.
Cahiliye döneminde her şairin bir cini olduğuna inanılırdı. Şairlerin bu cinlerden yardım aldığı söylenirdi. Günümüz şiiri için bu, ilginç bir durum. Gerçi bu cinin adı modern zamanlarda ilham oldu. Mesela birçok Batılı şairde, bu cin, absent ve kafa yapan çeşitli malzemeler olarak yerini aldı. Bazen Cahit Koytak ‘güzel sözlerin cini’ diyerek, bu döneme gönderme yapar, şiirlerinde.


Peygamberin öldürülmesini istediği, görüldüğü yerde öldürülmek için aranan şair Kâab bin Züheyr’in,  bir an Peygamberimizin karşısına çıkıp, ihtida etmesi ve Kaside-i Bürde’yi O’na sunması, birçok farklı yönler taşımasına rağmen, İsmet Özel’in, Diriliş dergisinde 1974'te yayımlanan Amentü şiirinin atası gibi duruyor.



Adem KALAN

3 Temmuz 2018 Salı

Yusuf’u güzel kılan da derinlikti



Seferber Dergisi, bilge mimar Turgut Cansever’i dosya yapmış. Çeşitli ve önemli yazılar var. Mimari tarzımız kadim haliyle, yeni haliyle ve geleceğe nasıl taşınır konusuyla tartışılmış.

İnsan gibi mimarinin değişmeyen bazı temel özellikleri var, aynen insanın hep iki ayaklı olması gibi.
Mesela nasıl insan üzerinde coğrafya kaderse, mimaride de benzer durum var.  Ya da Allah hem insan hem de mimari eserler üzerindeki kaderini coğrafya üzerinden yürütüyor. Belki de doğrusu bu. Örneğin Marmara İlahiyat Fakültesi Camii hakkında dergide yazılanlar bu açıdan önemli. İstanbul’da çöl ve çöl iklimi olmadığı halde neden camilerimizde çöl tonlamaları kullanılır acaba? Diye soruluyor. Hakikaten, insan, özün aynı kalmasına rağmen, bulunduğu mekana göre çeşitli göz, ten ve ses farklıları kazanır ve mimari de bundan azade olamaz.

Turgut Cansever’ göre mimarinin birinci ilkesi tevhid’dir. Ve bu tevhid’e en yakın yerden, kendi coğrafi konumu üzerinden başlamak zorundadır. Sonra zaten Kabe’ye uzanır. Ve bu tutum da derinlik ilkesiyle anlatılır, dergide. Çünkü Yusuf’u güzel kılan da derinlikti* denir.

*İsmet Özel


Adem KALAN