21 Aralık 2019 Cumartesi

30.



Türkiye’nin anneleri merhamet deryaları.

İnsan nurlanır, annelenir. Sonra kulaktan tekbirlenir. İnsan işte; etten, kandan, aşktan, sevgiden insan yapmayı öğrenir. İnsan, ilahî bir oluştur.  Dinî bir deyiştir.

Anne çocuğa pınardır.  Anne, hayata iyi gelir. Güzel ve derin yazıyla yazılır. Helâl sesle söylenir.  Anne, oğula ve kıza dünya cennetidir. Anne çocuğun uhrevî dokunuşçusudur, öpücükçüsüdür. Her çeşmenin kaynağı, insanın annesi vardır.  Anne, ferdir. Cennetin küçük bir örneğidir. Aydınlıktır. Karanlıklarda ışıkları yanan yerdir.

Ülkemin şiarı üç sesi yazmak isterim. Yani Allah’ın sevdiği üç sesi: Kur’an sesi, seher sesi, horoz sesi. Dördüncüsünü de ben ekleyeyim: Anne sesi.

İnsan anne, babaya sarılır dünyada sağlam durur. Sonra oradan edindiği kendi ruh köküne sarılır daha sıkı durur.

Kafa kâğıdı kadar göğüs kâğıdı da önemlidir, insan için. Hep soyla hem kalple bağlı. Anne ve baba, bu bağın dünyaya akan ırmağı. Anne geniş ve derin şey. Onu ne kadar sararsan sar tam kavrayamazsın. Anneden Tanrı’ya yol var, yürü yürü tüketemezsin.

Mecnun, Leyla hattında aşk üstünden giderek Allah sevgisine ulaşmış. Ben merhametten giderek, yani anneyi bir yol gibi yürüyerek Allah’a varmak isterim.

Aşk da merhamet de böylesi bir yol ve hüzün düzenindedir. İkisinde de menzil aynıdır.

Dünyada annesini üzen, sevgiden ve rahmetten çalar ve sorumlu tutulur, yeryüzü hırsızlığından.


Yeprem Türk

1 Aralık 2019 Pazar

1.12.2019



Sabah erkenden kalktım. Ezanı duydum, Haydar Paşa Camii minarelerinden. Evimin penceresinin yana kaçan cephesinde bir ev var. Yaşlı bir teyze, bu evde her gün sabah saatlerinde lambalarını yakıyor. Işığı hemen alıyorum. Beni de uyandırıyor. Sanırım namaza kalkıyor. Bense gökyüzünü izleyerek dinlenmeyi sevdiğimden, perdeyi açık bırakıyorum. Karşı tarafta apartman yok. Bu yönden rahatım.

İstanbul, yağmuru özlemiş. Tan zamanı camlarım tıpır tıpırdı.  Ve işte tamda kitap, yazı vaktiydi. Okumada iki kitap bitirdim bugün (Batıcı entelektüellerimiz, Keloğlan’ın kösesi gibiler), yazmada üç yazı. Yazmam daha da devam ederdi aslında, yazdığım şey güzel ve tatlı bir üslupla geldi. Gökçe diyeyim size. Ama vücudumun da hakkı var, deyip kalemi bıraktım. 

Kalemle yazmayı seviyorum. Dünyada hayat başlarken insana verilen o ilk malzemelerle yaşama idrakini de.



Yeprem Türk


30 Kasım 2019 Cumartesi

23 Nisan - 20 Kasım



Önce Türkiye Mesnevisi adlı kitabımdan Çocuklarla ilgili bir alıntı yapayım. Ardında sözü 23 Nisan Çocuk Bayramı’na ve 20 Kasım Çocuk Hakları Günü’ne getireyim.

‘…Türkiye’nin çocukları, insanımızın sevinçleri. İçerden ilahî, dışardan neşe temalı resimleri. Nur gibi doyururlar haneleri. Vardır, emmileri babaları abileri ablaları dedeleri nineleri. Çocukluk, deli yalınlık; bir gökyüzü parçası hali…’

23 Nisan Çocuk Bayramı 1929’da;  20 Kasım Çocuk Hakları Günü 1989’dan beri kutlanıyor.

20 Kasım Çocuk Hakları Günü bu sene geçen yıllara göre daha etkili kutlandı.  Sanki 23 Nisan’a bir alternatif oldu. Oysa 23 Nisan, çocuk haklarıyla birleştirilip daha da donanmış hale getirilebilir.  23 Nisan Çocuk ve Çocuk Hakları Bayramı olarak kutlanması bu günün, daha yerinde olur.



Adem Kalan

28 Kasım 2019 Perşembe

BİR


Kalbim asrın kibriti
Göğüste benzinin ona doğru akması
Çakım öncesi gacur gucur yürek
Bu, Çalab'ın içimizde iş görmesi


Y. Türk

18 Kasım 2019 Pazartesi

TÜRKİYE MESNEVİSİ'NDEN



Türkiye, öncelikle bir gönül coğrafyası. Sanat toprağı. Akabinde bilim ve felsefe işi. Ömrümüz kısa yaşta ama yüzümüz uzun yaşta. Muhammedî cemâl üstünde. Özleyip de kaldığım bu yerden hiç gitmesem diyorum. Krallar yoktur, ilahî menbalı kurallar vardır. Salâtlar, topraklar, besinler, çayırlar, dağlar, renkler, mekânlar ve gönüller nasıl da beraberler. Dil, hep vezin der, eylem der. Hayat bütünlük ister. Boyumuzdan büyük çağırır, boyumuzdan büyük seviniriz. Dünyada hep bir Türkiye çekimi vardır. Gönlün ürediği, saflığın türediği yerdir. Yüreğin hep bedenden büyük olduğu, yaşadığı, donandığı yer. Allah’ın nuru doyurur ekinlerimizi, bitkilerimizi. Türkiye cedlerimizin izi, gafletten uyanmamız için dürten ata dizi. Ülkümüzün ülkesidir Türkiye. Maddenin mânâ ile gezişi.  İç gezi dış gezi, nasıl da adımları birbirine bitiştirip dikmiş Ulu Terzi?

Yerimizi ülkemizin içine koyan Allah’a şükür olsun.

İmamlar meydanı. Âşıklar ayvanı. Dünyayı yönetmiş bilge önderlerin çatısı.

Yarenliklerimiz duru arı, ahirete kadar gider tatları.
Bedeni güzel işlerde kullanmak, etin kemiğin akan pınarı.

Mahyalarla göğe Allah Muhammed yazmak, ülkemizin sünneti.

Benden sonra da ocağı Peygamberane tüttür demesi, babanın oğula hutbesi.

Helalindendir kelimesi
İlmi
Arazisi
Göğü
İneği
Sütü
Nikâhlısının yanağına kondurduğu öpücüğü.
Tek cümleyle anlat deseler bu peygamber kavlinin toprağını:
Türkiye daha çok cennet ehlinin vatanı.

Y. Türk



KRİZLER ÜZERİNE



Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun Kant Krizi ve Râzî Krizi yazısını okudum. Yazıyı biraz açmak istiyorum. Kant Krizi, yani anlamın anlamsızlığı, hakiki bilgiyi edinmenin imkânsızlığı algısı Batı’da hâlâ çözülmüş değil.  Kant Krizi’nin yerini ise farklı hüviyetiyle de olsa Doğu’da Râzî Krizi alıyor.  Mevlânâ sebepleri tüketerek ve şairaneliği kullanarak Hakk’a ulaşmakla çözmüş Râzî Krizi’ni. Bazı bilgileri aktarmak için şairaneliği kuşanmış, mantık dilini değil. Ömrün anlamını yaşamın sonundan alıp getirerek ölümü hayata merhem olarak sürmüş. Öte fikri, ahret yurdu düşüncesiyle; hayatı beslemiş, yaşama anlam katmış. Mevlânâ’ya göre bazı bilgileri mantık aklında ve dilinde aktaramazsınız. Bu bilginin dili şairanelik ister. Belki de bu yüzden bizde felsefe pek kabul görmemiştir. Ancak şairanelik de ayrı bir dil ve bilme felsefesidir. Zaten Hölderlin de, yeryüzünde yaşam şairane sağlamdır, dememiş midir? Yaşayarak bilmeyi söylememiş midir?

Şimdi size İmam Gazâlî’nin Nur Metafiziği’nden bir bölüm aktarıyorum : ‘İlim imanın, zevk de ilmin üzerindedir. Zevk bir vicdan (kendinde bulup, kendinde yaşamak), ilim ise bir kıyas’tır.’ Zevk dediği şey aslında şairaneliktir.

İbn-i Haldun’un medeniyetler için yaptığı yükseliş, durağanlaşma ve çöküş tasnifinin temelinde bile aslında şairanelikle buluşma ya da şairanelikten uzaklaşma vardır.  Hangi medeniyet şairaneliğini yitirmişse çökmüştür.

Psikolojide ise bir Freud Krizi vardır, desek yeridir. Bilinçaltı meselesinin doğru teşhis edilememesi ve okunamaması psikoloji ilminde bir çıkmaza yol açmıştır. Frued’de metafizik yoktur, onun yerini kozmoloji alır. Bu husustaki kriz de şairane bir ruh doktorunu bekliyor, vesselam.


Y. Türk

2000'ler ve Şiir



2000’lerde dünya, dijitalleşmeye başlıyor.  Teknoloji ve sanayi iğrentisi vardı, bizden önceki kuşak yazarlarında ve şairlerinde, Nazım Hikmet hariç. O, doğrudan makineleşmek istiyordu. Diğerleri onunla ahlakî bir temelde buluşamadılar. Şimdi dijital bir çağdayız. Ben buna seviniyorum gizlice. Biz, dijitale yatkın bir milletiz.  Çünkü dijitallik fıtrat bakımından bizim gibi bir şey, dervişçe. Teknolojinin belki de en güzel yerine doğru gidiyoruz. Dijital, teknolojinin erencesi gibi. Ağır sanayi ve teknoloji çağı sertti, insanları eziyordu, onların ormanlarını kesiyor topraklarını kirletiyordu. Dijital, teknolojiyi bu tutumundan vazgeçiriyor gibi yavaş yavaş. Asya insanına yakın bir fıtrat gösteriyor da. Ancak dijital çağ da bizi bu kez sertliğiyle değil duygucu ve hazcı yanlarımızdan vuruyor. Kırılgan, Kristal benzeri, tebeşir tozu gibi uçucu kişilikler meydana getiriyor. İnsanı yumruğuyla değil, zevk verici taraflarıyla dövüyor. 2000 sonrası yazılan şiir bu nedenle oldukça naif, kırılgan ve mistiktir. Yeni çağın başlangıcında da bu tavır var. Ve şiirinde de.

2000 sonrası kuşakların bir kısmı bir yönüyle çok rahat bir nesil. Şiirdeki rahat söylemeyi de bu tembelliklerinden dolayı suistimal etmişler. Zihnen kendilerini bağımsız hissetmeleri, onların Türk şiirinin derin birikimini elden ve gözden geçirip onlara yeni çağa göre yorumlar katmanın sorumluluğundan kaçmalarından kaynaklanıyor. Bu şairler genelde biçimle uğraştılar.

2000 sonrası şiir yazan şairlerde diğer yandan minimal ve zeki bir aydınlanma da var.  Bu aydınlanmanın kaynaklarını şu şairler oluşturur.  Akif, Necip Fazıl Kısakürek, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sezai Karakoç, Osman Serhat Erkekli, Cahit Zarifoğlu, Turgut Uyar, İbrahim Tenekeci, Yücel Kayıran, Cahit Koytak. Bu kaynaktan doğan güçlü şiirler bulunuyor.  Doğal olarak gelişen şiir, burada.

Diğer yandansa Akif, Tevfik Fikret, İsmet Özel temelli Neo-epik şiiri takip ederek gelen yeni kuşak toplumcuların olduğu söylenebilir 2000’ler şiirinde.

Hece şiiri, 2000’lerde, doksan kuşağındaki hızını devam ettiremedi.

İroni ve deformasyon şiiri, iki bin sonrası kuşaklarda da devam ediyor.  Asaf Halet Çelebi, Orhan Veli ve İlhami Çiçek şiiri besledi, bu geleneği yeni kuşaklarda.  Asaf Halet Çelebi de bir Hallac geleneği bir Cüneydi Bağdadî çizgisindedir. Ve Hallac ve Bağdadî şathiyeleriyle gelen bu kanon Asaf Halet Çelebi’de belli belirsiz ironiye dönüşür. Ah Muhsin Ünlü’deyse bu damar, deformasyonla iç içe geçer. Asaf Halet Çelebi’yi ve Orhan veli’yi birlikte harmanlamıştır, Ah Muhsin Ünlü. Özellikle İlhami Çiçek’in yarım bıraktığı şiiri sulandırarak da olsa tamamlamıştır, diyebiliriz Ah Muhsin Ünlü için. Bu çizgide ilerlemek isteyen yeni şairler ise bu ironiyi espiriye ve argoya dönüştürüyor. Marjinalleştiriyor. Bu kanonun hızı kesiliyor 2000’lerde.  Gelişigüzel, dağınık, samimiyetsiz şeyler okuyorum onlardan daha çok. Ukalâ bir üslupları var. Bu şairlerde bir patetik çukurlaşmanın olduğu da bir gerçek.


Yeprem Türk ( Kuruluş, Sayı 36'dan)