18 Kasım 2019 Pazartesi

TÜRKİYE MESNEVİSİ'NDEN



Türkiye, öncelikle bir gönül coğrafyası. Sanat toprağı. Akabinde bilim ve felsefe işi. Ömrümüz kısa yaşta ama yüzümüz uzun yaşta. Muhammedî cemâl üstünde. Özleyip de kaldığım bu yerden hiç gitmesem diyorum. Krallar yoktur, ilahî menbalı kurallar vardır. Salâtlar, topraklar, besinler, çayırlar, dağlar, renkler, mekânlar ve gönüller nasıl da beraberler. Dil, hep vezin der, eylem der. Hayat bütünlük ister. Boyumuzdan büyük çağırır, boyumuzdan büyük seviniriz. Dünyada hep bir Türkiye çekimi vardır. Gönlün ürediği, saflığın türediği yerdir. Yüreğin hep bedenden büyük olduğu, yaşadığı, donandığı yer. Allah’ın nuru doyurur ekinlerimizi, bitkilerimizi. Türkiye cedlerimizin izi, gafletten uyanmamız için dürten ata dizi. Ülkümüzün ülkesidir Türkiye. Maddenin mânâ ile gezişi.  İç gezi dış gezi, nasıl da adımları birbirine bitiştirip dikmiş Ulu Terzi?

Yerimizi ülkemizin içine koyan Allah’a şükür olsun.

İmamlar meydanı. Âşıklar ayvanı. Dünyayı yönetmiş bilge önderlerin çatısı.

Yarenliklerimiz duru arı, ahirete kadar gider tatları.
Bedeni güzel işlerde kullanmak, etin kemiğin akan pınarı.

Mahyalarla göğe Allah Muhammed yazmak, ülkemizin sünneti.

Benden sonra da ocağı Peygamberane tüttür demesi, babanın oğula hutbesi.

Helalindendir kelimesi
İlmi
Arazisi
Göğü
İneği
Sütü
Nikâhlısının yanağına kondurduğu öpücüğü.
Tek cümleyle anlat deseler bu peygamber kavlinin toprağını:
Türkiye daha çok cennet ehlinin vatanı.

Y. Türk



KRİZLER ÜZERİNE



Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun Kant Krizi ve Râzî Krizi yazısını okudum. Yazıyı biraz açmak istiyorum. Kant Krizi, yani anlamın anlamsızlığı, hakiki bilgiyi edinmenin imkânsızlığı algısı Batı’da hâlâ çözülmüş değil.  Kant Krizi’nin yerini ise farklı hüviyetiyle de olsa Doğu’da Râzî Krizi alıyor.  Mevlânâ sebepleri tüketerek ve şairaneliği kullanarak Hakk’a ulaşmakla çözmüş Râzî Krizi’ni. Bazı bilgileri aktarmak için şairaneliği kuşanmış, mantık dilini değil. Ömrün anlamını yaşamın sonundan alıp getirerek ölümü hayata merhem olarak sürmüş. Öte fikri, ahret yurdu düşüncesiyle; hayatı beslemiş, yaşama anlam katmış. Mevlânâ’ya göre bazı bilgileri mantık aklında ve dilinde aktaramazsınız. Bu bilginin dili şairanelik ister. Belki de bu yüzden bizde felsefe pek kabul görmemiştir. Ancak şairanelik de ayrı bir dil ve bilme felsefesidir. Zaten Hölderlin de, yeryüzünde yaşam şairane sağlamdır, dememiş midir? Yaşayarak bilmeyi söylememiş midir?

Şimdi size İmam Gazâlî’nin Nur Metafiziği’nden bir bölüm aktarıyorum : ‘İlim imanın, zevk de ilmin üzerindedir. Zevk bir vicdan (kendinde bulup, kendinde yaşamak), ilim ise bir kıyas’tır.’ Zevk dediği şey aslında şairaneliktir.

İbn-i Haldun’un medeniyetler için yaptığı yükseliş, durağanlaşma ve çöküş tasnifinin temelinde bile aslında şairanelikle buluşma ya da şairanelikten uzaklaşma vardır.  Hangi medeniyet şairaneliğini yitirmişse çökmüştür.

Psikolojide ise bir Freud Krizi vardır, desek yeridir. Bilinçaltı meselesinin doğru teşhis edilememesi ve okunamaması psikoloji ilminde bir çıkmaza yol açmıştır. Frued’de metafizik yoktur, onun yerini kozmoloji alır. Bu husustaki kriz de şairane bir ruh doktorunu bekliyor, vesselam.


Y. Türk

2000'ler ve Şiir



2000’lerde dünya, dijitalleşmeye başlıyor.  Teknoloji ve sanayi iğrentisi vardı, bizden önceki kuşak yazarlarında ve şairlerinde, Nazım Hikmet hariç. O, doğrudan makineleşmek istiyordu. Diğerleri onunla ahlakî bir temelde buluşamadılar. Şimdi dijital bir çağdayız. Ben buna seviniyorum gizlice. Biz, dijitale yatkın bir milletiz.  Çünkü dijitallik fıtrat bakımından bizim gibi bir şey, dervişçe. Teknolojinin belki de en güzel yerine doğru gidiyoruz. Dijital, teknolojinin erencesi gibi. Ağır sanayi ve teknoloji çağı sertti, insanları eziyordu, onların ormanlarını kesiyor topraklarını kirletiyordu. Dijital, teknolojiyi bu tutumundan vazgeçiriyor gibi yavaş yavaş. Asya insanına yakın bir fıtrat gösteriyor da. Ancak dijital çağ da bizi bu kez sertliğiyle değil duygucu ve hazcı yanlarımızdan vuruyor. Kırılgan, Kristal benzeri, tebeşir tozu gibi uçucu kişilikler meydana getiriyor. İnsanı yumruğuyla değil, zevk verici taraflarıyla dövüyor. 2000 sonrası yazılan şiir bu nedenle oldukça naif, kırılgan ve mistiktir. Yeni çağın başlangıcında da bu tavır var. Ve şiirinde de.

2000 sonrası kuşakların bir kısmı bir yönüyle çok rahat bir nesil. Şiirdeki rahat söylemeyi de bu tembelliklerinden dolayı suistimal etmişler. Zihnen kendilerini bağımsız hissetmeleri, onların Türk şiirinin derin birikimini elden ve gözden geçirip onlara yeni çağa göre yorumlar katmanın sorumluluğundan kaçmalarından kaynaklanıyor. Bu şairler genelde biçimle uğraştılar.

2000 sonrası şiir yazan şairlerde diğer yandan minimal ve zeki bir aydınlanma da var.  Bu aydınlanmanın kaynaklarını şu şairler oluşturur.  Akif, Necip Fazıl Kısakürek, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sezai Karakoç, Osman Serhat Erkekli, Cahit Zarifoğlu, Turgut Uyar, İbrahim Tenekeci, Yücel Kayıran, Cahit Koytak. Bu kaynaktan doğan güçlü şiirler bulunuyor.  Doğal olarak gelişen şiir, burada.

Diğer yandansa Akif, Tevfik Fikret, İsmet Özel temelli Neo-epik şiiri takip ederek gelen yeni kuşak toplumcuların olduğu söylenebilir 2000’ler şiirinde.

Hece şiiri, 2000’lerde, doksan kuşağındaki hızını devam ettiremedi.

İroni ve deformasyon şiiri, iki bin sonrası kuşaklarda da devam ediyor.  Asaf Halet Çelebi, Orhan Veli ve İlhami Çiçek şiiri besledi, bu geleneği yeni kuşaklarda.  Asaf Halet Çelebi de bir Hallac geleneği bir Cüneydi Bağdadî çizgisindedir. Ve Hallac ve Bağdadî şathiyeleriyle gelen bu kanon Asaf Halet Çelebi’de belli belirsiz ironiye dönüşür. Ah Muhsin Ünlü’deyse bu damar, deformasyonla iç içe geçer. Asaf Halet Çelebi’yi ve Orhan veli’yi birlikte harmanlamıştır, Ah Muhsin Ünlü. Özellikle İlhami Çiçek’in yarım bıraktığı şiiri sulandırarak da olsa tamamlamıştır, diyebiliriz Ah Muhsin Ünlü için. Bu çizgide ilerlemek isteyen yeni şairler ise bu ironiyi espiriye ve argoya dönüştürüyor. Marjinalleştiriyor. Bu kanonun hızı kesiliyor 2000’lerde.  Gelişigüzel, dağınık, samimiyetsiz şeyler okuyorum onlardan daha çok. Ukalâ bir üslupları var. Bu şairlerde bir patetik çukurlaşmanın olduğu da bir gerçek.


Yeprem Türk ( Kuruluş, Sayı 36'dan)

26 Ekim 2019 Cumartesi

Benden Önce Ölme & Mustafa Nezihi PESEN



 Hep söylenir bir dua olarak. Âdem'den beri söylenir. Nuh'tan beri söylenir. Yakup'tan beri söylenir: Benden önce ölme oğul. Benden önce ölme yavrum. Benden önce ölme...


Benden Önce Ölme, Mustafa Nezihi Pesen’in uzun bir aradan sonra gelen ikinci kitabı. Her yeni defter yeni sefer. Pesen, şair gibi yazıyor, çıkarıyor kitaplarını. Bu kitabında da şiirselliğin, öykünün ve denemenin karışımı var. Bu türün adı nedir? İmam-ı Rabbanî’nin mektubat üslubu, Şebüsterî’nin Gülşeni Raz’dakine benzer sıcaklığı ve nasihat şekli, Mecnunvari sevda seslenmeleri  metinlerde yer etmiş. Biraz pendname biraz hikâye biraz aşk biraz tarih biraz serüven olan düşünsel bir eser Benden Önce Ölme. Mümin kardeşlerle yapılan bir dertleşme mesnevisi.

Nazım Hikmetin Ben senden önce ölmek isterim adında  bir şiiri var. İbrahim Tenekeci’nin Görmeden Ölmek isimli bir kitabı bulunur. İki deyiş de aynı anlama gelir. Aslında bu deyiş zor zamanlarda kullanılan bir ifade.  Seferberlik sözü sanki. Ama önce Peygamberler kullanmış bu kelamı. Zaten her Peygamber hakikâtin dünyaya seferi değil mi? Mustafa Nezihi Pesen de  bu seferîlik geleneğine uymuş. Yazarımız Seferber dergisinin genel yayın yönetmeni, diyelim de mesele daha iyi anlaşılsın.

Mustafa Nezihi Pesen, yaşamış görmüş okumuş ve bunları kendisine ömür etmiş. Ömründen de tortuların suyunu, özünü damlatmış, ömrünün altına bir bakraç koymuş, işte o bakraçta birikenler de kitap olmuş. Yazılarını canı yazmış, dilinin arka bahçesinde ise hepimiz varız. Hayasıyla, neşesiyle, yasıyla, şöleniyle, düşüşüyle, kalkışıyla fıtratımızın umum hali var.

Yazar, insanlık olarak bir anomi çağından geçtiğimizi haber veriyor. Benden Önce Ölme ara ara nasihatle ve bazen de duygu durumları üzerinden okuyuculara atılan dayanışma ve tutunma ipleriyle dolu. Bu tutumuyla eser, Gök Kubbe felsefesinden ziyade Asr-ı Saadet Kubbesi düşüncesi içindedir.


Yeprem Türk

20 Ekim 2019 Pazar

Nuri Beysiz İlk Türkiye Akşamımız & Eksik Akşam




Kurak bir akşam, güneş ufukta sönüyor
Paralar bankalara dönüyor
İnsan Fetih Suresi’ni dinleyince, Nuri Bey
Kurudan kalkıp yaşa gidiyor

Suriye’den gelmiş küçük kızın
Bakışları Yeni Cami’den sonra beni geziyor
Garip gözü oturup kalktığı yeri
Biraz yanık bırakıyor

İnsan, yutkunmaya
Sesin seferî hali, diyor
Ah sesin köküdür, Nuri bey
Tüm sesler oradan türüyor

Nicedir bundan herhalde
Akmak istiyor kalpteki yara
Baş aşağı, nehir olsun
Kardeşlerini de çağıra çağıra



Yeprem Türk

19 Ekim 2019 Cumartesi

KURULUŞ, Kasım - Aralık 2019, YIL 6- SAYI 36








ÜSTAD



Üstadın yüreğinin üstü başı yaraydı.
Kudüs ile acayip bir rabıtası vardı. Kudüs’le beraber yaşadı, beraber düştü, beraber umutlandı.
İlk yarası Kudüs idi. Sonra bu yara diğer kardeş yaraları da çağırdı: Irak, Suriye, Afrika, Balkanlar…
Metinlerinde hep buraları gezdi. Pakdil’in yazıları ve gönlü bu coğrafyalarda gezerken çok çarık eskitti. Bazen yalın ayak gitti, gitti.
Kelam onda kendisini hiç yormadı. Söz, onun üzerinden kendisini dedi.
Lafını özgün söyledi, üslubunu kendi bildi.
Yazılarının dumansı bir tadı, kalbe gönle karışan bir rayihası vardı.
Yazdıkları gerçeğin ta kendisiydi.
Sözüne ne sıcak yollarda yazı meleği su verdi. Onu kaynağa erdirdi. 
Yüzü Muhammedî cemaldi.
Farz üstünde, sünnet üstünde, aşk üstünde durdu ömrü.
Neşeyi seven bir fıtrata meyyal olmasına rağmen Ümmetin sıkıntıları sebebiyle pek yüzü gülmedi.
Ayakta kaldı, bazen de yıkıldı. Ki Allah insanı ihtiyacına göre yıkardı. İhtiyaç üzere de kaldırırdı.
Müminin umut arazisini hep suladı. Suladı. Yılmadı.
Kitapları bu umut tarlasından hasat edilmiş bir külliyattı.
Tarih 18. 10. 2019 idi.
Allah rahmet etsin, Nuri Pakdil vefat etti.
Dünyadan büyük bir üstad geçti.



Kuruluş Dergisi

14 Ekim 2019 Pazartesi

İKİNDİ ATI'NDAN


BELKİ

Belki
Ölüm meleği yakılacak anız, der
Ömrünün etrafını çevirir
Uzaktan baktığında giderken görürsün
Hatıranla yaratılış üstünde çepelsin

Belki de
Dünyada kendini koyacak bir yer bulamazsın
Nehirsin, din ile demlenmiş bir varlığın var
Suyun sesi sıla selâdır, der
Ahrete doğru şırıl şırıl akarsın




Y. Türk