9 Eylül 2017 Cumartesi

&

Ahmet Cevdet Paşa,  yazılarında Osmanlı Devleti’ni tazeleyebilecek ve yenileyebilecek bir kuvvetten bahseder. Ancak Osmanlı Devleti’nin, Selçuklu Devleti’nden kalma akaid ve temeller üzerinde yükseldiğiyse göz ardı edilir. Oysa Osmanlı Devleti’ni yenileme ihtiyacından çok Selçuklu Dönemi’nin yenilenmeye ihtiyacı var. Yani devlete, siyasaya, kurumlara, eğitime yeniden akidesi sağlam kökler lazım. Üstelik bunların da orijinalitesini koruması gerekir. Bin yıllık mesafeleri taşıyabilecek yeteneği ve ışığı da içinde barındırmalı ve muhafaza etmelidir.


Osmanlının yenilenmesini, ruh kökü tazelenmeden istemek acele bir arzudur. Üstelik, Osmanlı ruhunun, siyasasının, fıkhının malzemelerini yani muhtevayı Batı biçimine göre inşa etmek de bir Osmanlı dirilişine yetmeyecektir.  Osmanlının çöküşe geçtiği seneler itibariyle yerli öz, bu şiir olsun, kanun olsun, politika olsun Avrupai şekille(biçimle) yeniden dizayn edildi.  Yenilikçi tavrımız bu anlayış üzerinde sürdürüldü. Oysa tarihten de biliyoruz ki, orijinal temellerin, muhtevası kadar şekli de özgündür. Selçuklu döneminde gelecek çağlarda Osmanlıyı da taşıyacak olan bu özgünlük doğal bir yapıda ve temelde yakalanmıştı.

Y.T.

5 Eylül 2017 Salı

MİŞ






Umut bazen ansızın bir kuş

Ağzında Allah’ın sözü, gelmiş


Y.T.

Türkiye’nin Erken Dönem Klasik Hece Şiiri



Karac'oğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah...gibi şairler Osmanlının Klasik Hece şairleridir.  Aşık Veysel, Beş Hececiler, Necip Fazıl Kısakürek (heceyi ilk olarak modernleştiren şairdir) gibi şairler de Türkiye’nin erken dönem klasik hece şairleridirler.  Heceyi günümüzde yaşatan ve onu yeniliklerle karşılaştırmaya devam eden İbrahim Tenekeci, Süleyman Çobanoğlu, Ahmet Murat, Hüseyin Akın gibi şairlerle aynı hece şiirinin bazen yenilikler adına sürpriz yaptığını görmek mümkündür. 


Yeprem Türk

Neo-epik Şiir



Canı, etkisi, kıvraklığı azalmış da olsa yaşayan bir şiir. Tam anlamıyla doksanlardan itibaren ortaya çıkan, geniş bir şair tabanına da yayılan bir akım. Ancak kişilik, sanat yorumu ve kuralları açısından tipolojisi yerine oturmuştur, denilebilir. Genç şairlerin etkilendikleri ve onun üzerinden bir yere gitmek istedikleri doğru. Geçmiş destan şiirini modernleştirme veya yenileme cehti gütmüştür, Neo-epik şiir. Neo-epik şiir için neden Yeni Epik değil Neo-epik diye sıkça sorulur. Bu, Neo-epiğin kahramanlık şiiri olmasından çok Avrupa’ya kahraman olmasından gelir. Biz Anadolu Şiir Hareketi demiştik, bu şiire. Gelecekte de büyük ihtimalle Türk dilinin Türkiye tarzı erken epiği şeklinde okunacaktır, aynı akım.

Yeprem Türk

KURULUŞ DERGİSİ, EYLÜL- EKİM 2017, SAYI 23






Kuruluş dergisi.  Sayı 23.  Sayfa sayısı 68.  Sanırım ihtiyaçtan olsa gerek dergi ebatça kalınlaştı. Belki de yıllardır söylenmeyen şeyler birikti, onlar konuşuluyor, dergide. Yoksa iki aya bir bu derece çok metin üretmek zor olacaktır. Gerçi yazılı metinler dışındaki sanatlar da pek ilgimi çekmez.  Dünyayı, düşünen harflerle hafızama yerleştiriyorum. Örneğin Musul, Bağdat dediğimde iliğine kadar tanınan şehirler olurlar bende. Gözlerimi kapattığımda Norveç şiirinden tutun Arap şiirine kadar şiirsel lezzetleri zihnimle tartabilirim. Hatta örneğin Amerika şiiri bir atılım gerçekleştirse hangi yönde, tını da, persona da gerçekleşir bu, tahmin edebilirim. Yeryüzü ile aslında çok sıkı fıkı içindeyim.  Yeryüzünün sadece bir yüzüyle de değil elbette.

Örneğin şarkıları da tek tek dinleyemiyorum. En az iki şarkıyı aynı anda çalarak dinleyebiliyorum.  Yani iki şarkı tek şarkı gibi.  Diğer türlü oldukça sıkıcı ve ağır geliyor. Bunun adı ne bilmiyorum.  Ancak bunun zamanımız için bir şey demek olduğunu seziyorum. Diğer insanlarda da görüyorum bu duyguyu. Sadece fark etmemişler gibi, onlar. Bu durumun doyumsuzluk ve iştiyakla alakası olmasa gerektir. Belki de ne şarkılar ne insanlar zamanının ruhuna uygun. Vaziyet böyle ki, iki şarkıya tek şarkı muamelesi yapıyoruz.  Etrafımızdaki yirmi ülkeyi,  güya bu sayı nispetindeki  çok milleti, tek millet  olarak görürsek millet kelimesine ancak doyuyoruz. Sayı 23, böyle bir şey işte.


Yeprem Türk

11 Ağustos 2017 Cuma

ŞEHİRLER SURETLER

Bunlar özel şeylerdir, bunların genellemesi yapılamaz.

Ben bütünde, yaşadığım ya da üzerinden geçtiğim şehirleri ve mekanları suretlendiririm. Ruhunu da onun içine katar, yoğururum.

Örneğin doğduğum yer, etrafı dağlarla çevrili bir kara parçası. Bu kara parçası bugün tamamen anne suretiyle kaplı.

İstanbul, suret olarak, YAKMA şiirinde denildiği gibi  ‘İstanbul’u asa gibi tutan bir ak bilekli kişi’dir.  Bence bu zat -ı şahaneleri Eyyüb El Ensari’dir.

Bursa; merkez caddeleri Heykel ve Fomara’dan tutun İstanbul sınırlarına kadar taşan bir Şeyh Edebali hazretleridir.

Bağdat, deyince Fuzuli sureti gelir aklıma. Ama bugün Picasso’nun Guernica'sı Bağdat’ın yüzü oldu gibi .

Hala da şehir ve kasabaları belli bir sima ile anma alışkanlığım devam ediyor.

Şimdi bana Üsküdar derseniz, tahayyülümde nasıl bir şey oluşur? Kadıköy sırtlarından o tarafa doğru bakıyorum da Aziz Mahmud Hüdayi (ks) portresinin Üsküdar’ı kapladığını görüyorum. Bu resmin eteklerinde ise bir Nurettin Durman bir Mustafa Nezihi Pesen siması var, derim. 


Adem Kalan

İstanbul’a Zikirle Girdin Mi Hiç?


Ben küçüktüm o zamanlar. Ama annemin büyük bir özelliği vardı. Annem, o yıllarda muhitimizde kimin bir hayvanı ya da değerli bir eşyası kaybolsa rüyasında görür,  sahibine yitirdiği şeyin yerini Allahualem kelamıyla birlik söylerdi. Bu sayede,  dağlarda iki taş arasına sıkışıp kalmış oğlaklardan tutun samanlığa düşmüş tavuklara kadar az can kurtarmadık. Anneme bu işin sırrını sorduğumda ondan bir cevap alamazdım. Gerçi bu durumun iradeyle de bir ilişkisi yoktu.

Bir gün yine her günkü gibi yatılı okulun penceresinden dışarı bakıyorum. Akşam yemeği öncesi etüt saati içindeyiz. Ders çalışmamız gerekiyor aslında. Ancak akşamın kızıllığı karşı duvara vurmuştur. Nur gibidir. Anneyi hatırlatıyordur. Zaten bir çocuk için bütün ışıklar bir anne yüzünün öncülüdür. Ve bu ışığın içinde bir zaman sonra anne belirecektir. Oraya bakmaktan kendinizi alamazsınız. Hala kayıpları rüyasında görüyor mudur ki annem? Buluyor mudur? Ya milletimin kaybolmuş kıymetlerini, cevherlerini arayanlar kimlerdir? Acaba bu kaybolan değerleri kimler rüyasında görüyordur? Gibi masum şeyler iç içe halkalar gibi aklımdan ve gönlümden geçerdi.

Mustafa Nezihi Pesen’in geçen senelerde çıkan deneme kitabı 'İstanbul’a Zikirle Girdin Mi Hiç?' elime geçince bunları düşündüm. Kitabını milletinin kaybolmuş değerlerini bulmak için yola çıkan kişiliklere adamış Mustafa Nezihi Pesen. Ama bunlardan bir kısmı, zayilerin peşindeyken zayi olmuş. Issız ve sapa yerlere düşüp kalmış. Beşir Fuat gibi, halkımın kaybolmuş cevheri acaba hangi taşın altındadır diye aranırken, onun altında kalmış, ezilmiş.  Mustafa Nezihi Pesen de, kitabında, incelik dolu kalemi ve merhametiyle, kayıpları aramak için yola çıkanların büyük hikayelerini özgün bir yapı ve ruh içinde işlemiş.


Not: (Bu kitap hakkındaki diğer yazı Kuruluş’un 25. sayısında olacak)

Y.Türk