20 Haziran 2014 Cuma

SÖZ ZIRHI



         

                                       

           Sözümü eğip bükenin
           Onunla alay edenin
           Dilerim Allah'tan
           Elleri kurusun





                      Y.Türk

18 Haziran 2014 Çarşamba

EVVEL KİŞİLİK VARDI



Bazı yazarlarda boynuz kulağı geçiyor. Yani yazdığı eserler hem toplam hem de etki bakımından sahibini geride bırakıyor.  Bu bir yönden iyi bir yönden de tehlikeli. Çünkü yazardan öte  olan şeyler öncelikle kişide beliren ruhun macerasını unutturuyor.  Diğeri de, kendini daha çok eserlerle belli edecekken  bunu eksik yapmış oluyor.  Yazının dünya tarihi böyledir. Kimi kişilikte zirve kimi  eserde. Nuri Pakdil, birincisine örnektir.  Varoluş tarzı, duruşu, hatta simasıyla yaşadığı topluma verdiği insanlık katkısı yazdığı eserlerden fersah fersah öndedir, Pakdil’in. Öncelikle bir derviştir, Pakdil. Bu açıdan Horasan temelli bir yol tutuşa sahiptir. Nezaketiyle, saygısıyla, nefse ve kapitalizme direnişiyle bu ekoldendir. Batılılaşmadan ve uygarlaşmadan medenileşmek diye sanırım buna denir.  Bu geleneği kendi üstünde gösterenlerden, parlatanlardan. Modern çağın pastorallaştıramadığı, dünyada sayılı kişilerdendir. Damarlarına, Selahaddin Eyyubi gibi durmadan Kudüs, Mekke, Medine kanı pompalayan bir düşünürün figürleşmesi düşünülemez bir şeydir zaten. Üstelik hiçbir kitap telif etmeseydi bile Nuri Pakdil, bugünkü görüntüsünden bir şey de kaybetmeyecekti.

Çünkü eserden önce bir tavra sahiptir Nuri Pakdil. Eser, evvelde kendisidir. Aynı zamanda bu, modern çağın dışında bir sanatçı algısıdır. Çağın teknik ve zihniyetiyle yapılan Pakdil eleştirileri mesela Pakdil’i anlamaya yetmiyor.  Sanatçıyım diyen birine, madem sanatçısın kaç kaset çıkardın şeklinde yaklaşan salaş eleştirel tutumun görüş alanı ne kadar açıktır? Bu aslında bellidir.
Borges okumuşsanız bilirsiniz. Borges, Yedi Gece adlı eserinin bir yerinde Pythagoras isminden bahseder. Ve bu adam ardından tek bir satır bırakmamıştır. Kendini belli bir metne bağlamak istemez. Düşüncelerinin ve duruşunun ölümünden sonra da tilmizlerinin zihinlerinde dal budak salmasını umut eder. Aslında Nuri Pakdil, kişilik olarak, Horasan damarına sırt vermiş, biraz da böylesi bir kişilik demektir.

Not : Bana bu yazıyı Üstat'ın (Hakan Arslanbenzer) Önemli Olan üzerine yazdığı  metinde geçen ketumluk ve gevezelik mevzuu ilham etti. Üstat bana Mersin'i gösteriyor. Ama ben tersine.

Yeprem Türk

17 Haziran 2014 Salı

HORASAN, MEDENİLEŞME



İslamcılık bitmeli. Türkiye’nin geleceği için bu elzemdir.  İslamcıların, bizim Horasan merkezli tasavvufi yapılanmaya mesafeleri bilinir. Öyle geliyor ki İslamcılık akımı, bu kaynağa karşı bir çıkıştır. Çünkü İslamcılığı var eden şartlar, yol olarak bizi yüzyıllardır ayakta tutan Horasan tasavvufi geleneği es geçti. Oysa insanımızın medeni ilişkileri bu yapılar aracılığıyla oya gibi işleniyordu.  Avrupalılaşmadan ya da uygarlaşmadan medenileşiliyordu, bu topraklarda. Ve siyasallaşma çabaları da aslında bu tür mekanların sıfırdır. Aslolan insandır. Şu an siyasallaşanlar bu temeli kaybedenlerdir. Yüzyılların birikimini, bir çırpıda değişik menfaatler uğruna harcayanlardır.  İslamcılık bu boşluğu fırsat bildi ve gençlerin enerjilerini; nefis terbiyesi, hak ve hukuk gibi kavramları onlara öğretmeden şiddetle sömürdü. Onları ne olduğu bellisiz olan savaşın, çatışmaların içine sürdü.  Ve İslamcılık, bu sömürüye devam ediyor. Horasan geleneğinin ördüğü medeni çizgi, İslamcılık adı altında kırılıp insanımıza şiddet işaret edildi. İnsanları birbirine bağlayan ipleri dokuyan bu yapılanmalar yenilenerek yoluna devam etmeli. 

Medeniyet üreten bu yerler, İslamcılığa feda edilmemeli. Çünkü İslamcılığın ‘şiddet kullanmak’dışında oturmuş bir metodu yoktur. Derinlik sıfırdır İslamcılıkta ve hırs ise kuvvetli. Hırs yakıp yıkıcıdır. İslamcılığın gittiği yollara bakılırsa, İslamcılık hiç de İslami değil gibi duruyor. 

y.t.

KABUK, TERK



Kurulurken, İslamcılığı terk etmelisin.  Çünkü medeniyet ve İslamcılık bazı yer ve zamanda doğru orantıda ilerlerken, bir yerden sonra ters hareketle birbirinden ayrışmaya başlar. Birinin oluşması için diğerinin kan kaybetmesi gerekir.  Başta, ebedi bir İslamcılıktan bahsetmek zaten mümkün olmaz. Ki İslamcılık büyük devletin güç kaybetmesi sonucu ortaya çıkmış yüzeysel bir akımıdır. Büyük Devlet, Medeniyetin koruyucusu ve yaşatıcısı olan kalın tabaka yani medeniyet yoksa İslamcılık bir yerde anlaşılır. Doğu’da çözülüş ve çöküş hatta uyanış zamanlarına tanıklık etmiş bir akımdır aynı zamanda, İslamcılık. Elbette hayatiliği İslamcılığın bu noktada inkar edilemez. Çünkü aynı kökten geçici bir süre kopmuş olanların, tekrardan aynı hayati köke yürümeleri için bir ize  denk gelir, İslamcılık. Müslümanların belli bir süre yaptığı rabıtadır. Bu bakımdan Kuruluş aşaması, İslamcılığı gerektirmez, daha doğrusu hayat haline gelmeyle ilgilenir. Edebi bir İslamcılık anlayışı, medeniyet kurmayı geciktirir.  Geleceğe dair açılı kapıları kapalı gösterir.  Zarar verir. Bir karaktere ve bir yaşam şekline ve bu yaşamı ayakta tutacak güce mesafeyi artırır. Muhammed’in (sav) Mehmet’i olmak, bir şeyleri haber verir. Çünkü Kuruluş çağı başlar, Anadolu’da.   Teori, pratiğe dönüşür. Daha açık bir ifadeyle de İslamcılık biter. 


y.t

13 Haziran 2014 Cuma

M.M.



Ne zaman İslam Medeniyeti ya da Türk İslam Medeniyeti kavramları kullanılmış, orada yaşayan bir medeniyet olmamıştır. Çünkü bu isimler, farklı versiyonların bir toplamını anlatır. Mesela Türk İslam medeniyeti, genel bir toplamı kavramsallaştırmaya yarar. Selçuklu, Osmanlı gibi medeniyetlerin iki sözcükle ifadesidir.  Sadece geçmişi kapsamaz, geleceği de uhdesine alır. Bir Hristiyan medeniyeti olmamışsa Türk İslam medeniyeti de olmaz.  Ama Hristiyan uygarlıkları denilince Amerika ve Avrupa uygarlıkları akla gelir. Bu bapta Türk İslam medeniyetleri tamlamasını kullanmak daha doğrudur. Ha şunu da belirtelim, uygarlık ve medeniyet aynı şey değildir. Arada farklar vardır. Lütfi Bergen’in yazdığı blogtaki mottoyu görünce sevindim. Şehir ve kent aynı şey değildir, diyor Lütfi Bergen. Kuruluş dergisinin ilk sayısında medeniyet ve uygarlığın aynı olmadığını vurguladık. Hatta imge ile metafizik ayrımı, dünyayı, Tanrı’yı, sanatı algılama farkını da verir, bize.  Medeniyet ile Uygarlık kelimelerini aynı değerde görmemiz, Batı işgalini kanıksadığımız anlamına gelir. Hakikaten onlar şu an medeniyeti var etmişlerse zaten bizim bir medeniyet kurmaya  ihtiyacımız yok demektir.  Bu da düşünülmesi gereken ayrı bir konudur.
Sonuçta, medeniyet farklı zamanların şubeleri şeklinde devam eder.  Ama temelde tarihi bir özete, karaktere, edaya ihtiyaç duyar. Bilginin, sanatın, kendine güvenin, iyimserliğin bir havuzda toplanmasını daha saymıyorum. Ortadoğu’nun bu şubelerden bir şube vermesi zor bugün.  Asayiş berkemal bile değil, orada. Buzlar üzerine daha soğuk sular dökülüyor. Her şey daha da katılaşıyor. Karşılıklı çatışmalar, intikamı körüklüyor.  İnsanın sabahtan akşama çıkmasının bile mucizeler gerektirdiği bir yerde,   medeniyet kaç saniye yaşar. IŞID türü yapılanmalar, insanları silahla sildikçe, Ece Ayhan’ın deyimiyle silinen silgileri andırıyorlar. Şu an için, Doğu’da toprak altında medeniyet.
Ancak, Türk İslam medeniyetlerinden bir şube olarak Mehmetli Medeniyetinin izi sürülüp, bir başlangıç yapılabilir. Mimari, giyim kuşam, şehirleşme, toplumsal ağ vb. şeylerin beli bu kavramla doğrultulabilir.  Ortak bir tarz ve kişilik damgası olarak durur.

Yeprem Türk

5 Haziran 2014 Perşembe

KURULUŞ

Sanırım, tek bir hareket, düşünceyle bir bağımız yok. Özlediğimiz bir küre ve adını gönlümüze kazıdığımız adamlar var, sadece.  Bu küre M.D. küresidir. Gönülden dışa isimler açmak hoş değil.  Bunlar bizde kalsın. Şu kadarını söyleyelim. Mesela artık Diriliş'çi değiliz. Büyük üstat Sezai Karakoç’ yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Nuri Pakdil’in dünyada olması bize büyük bir güven veriyor. Mesela Necip Fazıl’ın Büyük Doğu haritası M.D.’nin alt yapısı şeklinde durur. Kentlerin modernleşmesinden ziyade mehmedileşmesine dikkat çeker. Tasavvufa yeni görev yükler.  Bizde şehirleşmenin modernleşme değil, tasavvuflaşma manasına geldiğini bir kez daha idrak ettim. Horasan ile Floransa farkı yani. Hakan Arslanbenzer’in, neo-epik şiiri ufkumuzu açtı. Ama bizim neo-epik şiir değil,  devlet şiiri yazma çabamız var. Anlayacağınız bizim için belli bir üstat yok.  Sadece Kuruluş var. Bir de soruyoruz? Acaba diyoruz cumhuriyet denilen küre, üstatsız bir küre midir?  Sonuçta,  ustalara ne kadar yaklaşırsak, M.D.den  toprak kaybı o kadar fazla olacaktır. Acılarımıza da yazık nihayetinde. Kuruluş dergisinin çıkış amacı M.D.dir ama öncelikle.  Bunun için  farklı topraklarda yaşıyoruz hissi var içimizde. M.D.nin vatandaşı sayıyoruz kendimizi cumhuriyetten çok. Bundandır, gariplik ve yalnızlığımız da. Ara sıra cumhuriyet hayatına melül bakışımız bu sebeptendir. Bunu gerçekten bazen yaşıyoruz. Bize yazmaya gelen arkadaşların nereye bağlısınız demelerine de bize şart koşmalarına da şaşmıyor değiliz. Siyasal konulara uzak durmamız isteniliyor.  Bu türden şartları asla kabul edemeyiz. Şartlar şunlardır: Kur'an, Sünnet. Hikmet... M.D. 

yeprem türk

31 Mayıs 2014 Cumartesi

TEKERRÜR



Hakan Arslanbenzer, Fayrap’ın son sayısında, Aykut Nasip Kelebek’in ilk şiir kitabına değinmiş.  Aykut Nasip Kelebek’e haksızlık etmiş. Ki bir eser hakkında, bir şeyler yazılıyorsa, onun nesnel bir temele de ihtiyacı vardır. Bir eser için ‘bu zırvaların şiir mi yoksa başka bir şey mi oldukları ‘sonradan anlaşılacaktır gibi bir anlama gelecek sözler söylemek,  biraz, karartma işlemine girme manasındadır.  Üstelik Aykut Nasip Kelebek’in şiirleri gerçekte, hem biçimde hem de bize ait olan şeyleri kavramada oldukça yüklü şiirlerdir. Lirik, Pathos bir damara dayanır. Bu açıdan derindir de.  Ethos kuvvelerle şiir yazanların, lirik şiire olan mesafeleri anlaşılır. Birbirleriyle kıyasıya mücadele ettikleri de doğrudur,  iki anlayışın. Yine de bu savaşı yapmanın bazı ilkeleri vardır.  Bizim şiirimizde şu bir gerçektir. Lirik şiir yazanlar ethos’u; ethosçular da lirik şairleri, istisnalar hariç, asla sevmezler. Hatta birbirlerini şairden saymazlar.  Diğer yandan son dönemlerde ethos’a, dilin bozuntuya uğratılarak sokulduğu  ve  lirik şiire de antropoformik unsurların girdiği doğru. Aykut Nasip Kelebek şiirinde, söylediğimiz ikinci şeyden kırıntılar var. Tespitime kimsenin kırılmamasını isterim. Herkeste hata vardır elbet. Bu aralar, Bişr- i Hafi'  okumak, hepimizin ihtiyacı. Bir şeyleri yenmek adına. Bunları Aykut Nasip sonraki baskılarda yok edecek. Kendisinin de bu konuda şikayetleri var.  Sade bir iki kelime değişikliğiyle halledilebilecek şeylerdir, bunlar da.    Mistisizm ile şehvet bileşkesininse Aykut Nasip Kelebek şiirinde, Hakan Arslanbenzer’in belirttiği gibi olduğunu düşünmüyorum. Yani büyük aşka kapı aralayan biraz da dünyevi aşklardır aslında. Örneğin Leyla ile Mecnun gibi mesela. Önce Dilara sonra ver elini Allah'a, olma durumu yani.  Bunlar yaşanmadan büyük aşka kapı aralanır mı? O biraz zor.  Hakan Arslanbenzer de bir metninde demişti. ‘Cinsel ilişkide vahdet sınırı var.’ Bu, insanın varoluşuna dahildir. Bu olmadan o olmuyor.  
 
Temelde lirik ve ethos şiir çatışmasıdır bu. Ve birine fazla asılmak ya da aşık olmak görmeyi engelliyor. Bu çatışma yeni bir şey de değil. Dün, lirizme ustası büyük şair Necip Fazıl, bir başka büyük şair Mehmet Akif’i sahip olduğu ethos sesten dolayı, edebiyat mahkemelerinde, şair olarak görmediyse; bugün de Hakan Arslanbenzer, Kelebek’e, farklı ebatlarda,  aynı stratejiyi uyguluyor. Durumu böyle algılamak gerekiyor.


Yeprem Türk