28 Eylül 2014 Pazar

İki şeyden bıktık, usandık.
Bir, İslamcılık. İki, Batıcılık.

Bazen, bazı yerlerde okuyorum, Türk insanın siyasal zekasının tükendiğini söylüyorlar. Geleneksel Türk devlet tipinin hamle gücünün bittiğini de. Hatta geçenlerde Yasin Aktay Türk zekasını apaçık bir şekilde ciddi ciddi reddetti. Böyle bir şey yoktur dedi. Ne oluyoruz? Tarihe mi gömülüyoruz, bilmiyorum. Gelip gömsünler mi bizi bari, onu da bilmiyorum. Ama Anadolu ayağa kalkmazsa bunun olabilme ihtimalini yüksek buluyorum. Neden mi? İki şey Türklerin canına okumuştur. Ruhlarındaki özgün pırıltıyı yok etmiştir. Ve hala da siyasal mantığımızı bulanıklaştırmaya devam ediyor.  Bu yüzden Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nın ruhunun ne kadar yapıcı olduğunu görüyorsam bu hususta, İslamcılığını da o denli yıkıcı buluyorum. Anadolu’ya paramiliter bir ekolü reva görüyor Mehmet Akif. Anadolu’yu çoğu yönüyle geriye alıyor.  İslamcılığın öze dönüş retoriği  neden oluyor bu manivelaya.  Öze dönüş’ aslında Anadolu ruhunun ta kendisidir. Medeniyet yenilemesini yapması bundandır, Anadolu’nun. Medeniyet adları bizde tarihe devlet adıyla geçer. Bu da Anadolu devletçilik ruhunun halka nasıl yaklaştığını göstermesi açısından önemli. Devlet, bir medeniyeti var etmek için var olur, bizde. Medine’yi tekrar getirmek için yani. Medenilik var her şeyden önce ruhunda.  Bu, öze nereden, hangi yolu kullanarak döndüğünüzle alakalı. Doğu’nun dokusunu ayakta izzetle tutan bu sistemdi.  Günümüzde IŞİD gibi garip devlet istemlerinin bu yapının yokluğunda ortaya çıkması öze hangi yoldan döneceğimizi aşikar eder.  İslamcılık Türkleri siyasa özürlüsü yapmıştır. Bir kısım Türklerde Kemalizm,  bir kısım dindar Türklerde de İslamcılık neden olmuştur, buna . Geriye ise Anadolu’da üstü küllenmiş üç beş siyasal akıl pırıltısı kalmıştır. Doğu’nun tarihi yürüyüşteki  adımlarını tekrar düzeltecek bu ruhtur. Aksi halde  bizi değil Doğu’yu da tarihe gömeceklerdir.


Adem Kalan 

27 Eylül 2014 Cumartesi

ANADOLU'NUN DÖNÜŞÜ



Ara ara devlet ara ara cumhuriyet şeklinde hareket ediyor, Türkiye.  Katıksız bir 1923 cumhuriyetçiliğini  ibişlik olarak vurgulamayı yeğlerim, ben. Kültür, sanat, düşünce... her açıdan.  Devlet gibi hareket etmeleri ise Mehmet (kahraman) isminde toplamayı. Siyasi kimyamızda gelgitler yaşanıyor. Anadolu temelli doğal ve geleneksel bir siyasi organizasyon ile cumhuriyet güdümündeki bir siyasi itişmeden kaynaklanıyor, bu. İslamcılık fikri de bu arada, bu itişmeden faydalanıp Anadolu’yu Anadolu  dışına atarak Anadolu’da kendine yer açmaya çalışıyor. İslamcılığın, hazır siyasal zihnin zayıf yanlarını, mesela Kemalist Anadoluculuğu, Anadolu’ya mal etmeye uğraşırken buutlu tarafını da İslamcılığa tevil etmeye çalışması bundan.

Aslında Türkiye’deki İslamcılar, Kemalist Anadolucuğun kendi Anadolu’sunu inşa ettiğinde, Anadolu’ya bu Kemalist pencereden bakabilmiş sayılı yanılgılı insanlardır. Halkın,  Anadolu’da açılan bu sahte pencereye inanmadığı kadar bile diretmemişlerdir. Yani yanlış Anadolu fikriyatçılığına kabulle yaklaşmışlardır. Anadolu’yu hep cumhuriyetçi bir cetvelle ölçmüşlerdir. Karşılarında ise derinliksiz bir Anadolu bulma aldatmacasına düşüp,  cumhuriyet süresi içindeki İslam düşünce literatürünü İslamcı kavramlarla doldurmayı sürdürmüşlerdir. Anadolu’nun cumhuriyetin oluşturduğu bir derinlikle yorumlanması, Anadolu İslam düşüncesinin bin yıllık hayati geleneğini görmeye engel oldu. Sanırım onları cumhuriyetin Anadolu’yu basitleştiren sert ve dışlayıcı politikası yanılttı. Yeni yüzyılda sadece belagatin vur kaç taktiği yaparak var ettiği  ve toplamını İslamcı bir etiketle balyalayabileceğimiz bir  heyecan dalgasının kucağına attı. Fikir boşluk kabul etmez çünkü.  Geleneksel Anadolu siyasal damar, başka siyasal bir gücün güdümüne sokulmak istendi. Selçuklu, Osmanlı devlet kanalını tali bir unsur olarak burada eritmekten başka bir amacı da yoktu aslında bu çizginin. İslamcılık Anadolu’nun kendine has kuvvetli dini ve siyasal unsurlarına güven kaybı yaşatmak için yüzyıllık bir denemeydi. Bu hareket, bilinçli bir şekilde yapıldı. Anadolu devlet geleneğine ve onu var eden unsurlara şeytani bir çalımdı. Doğu’yu koruyan kaleyi yıkmaya yönelikti. Bu günkü yazısında, 27 Eylül 2014,  Ali Bayramoğlu ‘Yüzyıl Ortadoğu’da bir Kürt yüzyılı olacaktır’ demiş. Paramiliter bir cümle kurmuş.  Oysa bu yüzyıl, Türklerin ve Kürtlerin yüzyılı olacaktır. Bu da Anadolu’nun Selçuklu, Osmanlı çizgisinde geri dönüşüdür. 


 Adem Kalan







23 Eylül 2014 Salı

İbiş Nesil, İbiş Kuşak, İbiş Lirizmi

Mehmet Özger’in Aşkar dergisi’nde yayımladığı ‘Lirik şiir laiktir ya da Neo-epik hacıdır’ adlı yazısını okudum. Mehmet Özger, hem haklı hem haksız. Lirik şiir bizde hep yanlış anlaşıldı. Sırf feminen bir dünyanın ürünü gibi görüldü. Ermişlerin, dervişlerin hayatın gerçeklerine bakmaktan korktukları ima edildi. Toplumda steril bir hayat sürdükleri sanıldı. Elbette günahlardan elden geldiğince steril, ama bunu hayattan kopuk olarak tanımlamaya ne gerek vardı. Neo-epik şiir yazanlar da modernitenin oluşturduğu bu düşük algıdan faydalandı. Lirik şiir yazdıklarını söyleyen ve ellerine ne geçse cesede çeviren seksen kuşağının figürleri de bu algıya tuz biber ekti. Seksen kuşağı lirik şiir adına sarımsak vazifesi gördü. Kokuttu lirizmi. Doksan kuşağı geldi, onların sahip çıktığı ne varsa fırlatıp attı. Bedbaht lirik tutum, akabinde nobranlığı doğurdu. Ancak Neo-epik şiiri sadece bu yönüyle görmemek lazım. Hataları ve sevabıyla, küfürlerini de ceza olarak yererek, değerlendirilmesi gerek, akımın. Türkçe bu dönemde sesini yükseltti. Şiirimize uğramamış konular şiire girdi. Realizm üstelik bir kimseyi, akımı ilahiyattan uzak da tutmayı gerektirmez. İmandan daha realist ne var? Üstelik lirik şiir yazanların şehvette boğulduklarını görmedik mi? Açıkçası yeniçağda duygularımızın, fikirlerimizin, birikimlerimizin kökenine doğru perdelendik. Lirizmin de epiğin de uzun yollu kökü, cumhuriyet ve laiklikle doksan yıldır kısaltıldı. Sonunda lirizmde, çağın ilahi türünde Antropomorfik bir tavra varıldı. Doksan şiirinden sonra yollar açıkçası kökene doğru tekrar uzamaya başladı. Bir şey burada başat rol oynadı. Bu,  laikliğe başkaldıran Anadolu’nun bazı yanlış işlerini de içinde barındıran şiir hareketiydi. Anadolu’nun şiir adına cumhuriyetin tersine gitmesinde dönüm noktasıdır, Neo-epik. II. Yeni’yle sanat adına ara verilen cumhuriyete yetmiş ve seksen kuşakları devam etmişlerdi. Neo-epik şiirin gücü burada yadsınamaz. Bunlar ilerde daha aşikar olacak.  Nuriyelik sandığımız şeylerin altından daha çok Nurilikler çıkacak. Seksenlerin Nuriye dediği lirizm nitekim Nuri çıkmıyor mu?  Türler aslında birer ayna. Lirizm de öyle. Sahibine göre ses verir.  Bazen kirlenir. Bazen kişiliği kuvvetli bir sahiple paklanır, parlar. Sadece şiir değil hani. Başka şeyler için de böyle. Mesela devlet. Sahip ve sakinlerine göre yol alır. Mehmet Özger’in Lirizm’e tanım olarak Ebubekir Eroğlu’nu referans alması, bunun kanıtı. Eroğlu’nun bir tane lirik denecek şiiri yok. Doksan öncesi kuşak İbişler Kuşağıdır. Değerler ibişleştirildi. Anladınız ne demek istediğimi. Cumhuriyet ibişleşmiş bir kuşak yetiştirdi. Nesil ibiş olunca, lirizm de ibiş lirizmi oluyor. 

Yeprem Türk


15 Eylül 2014 Pazartesi

Kabileciler, Hava kabarcıkları, İstiklal Marşı




Geçmişte bazı dergiler ne kadar ırkçı bir tavır takınmışsa, bazıları da bayrak gibi değerleri tamamen saf dışı ederek o derece, Anadolu’ya göre nihilist bir söylem yaptılar. Dergilerin  ‘iğne’ dosyalarını düşünmek burada ufuk açar. Kültür ve medeniyet karşıtlığından yola çıkan matbulardan kültürü öne alanların süreci ırkçılıkla tamamlamaları, medeniyet deyip de başka bir şey demeyenlerin bayraksız, kültürsüz bir zihniyete ermeleri bu bakımdan önemli. Birincisi kabileciliği ikincisi ise dini bir nihilizmi doğurdu. Kültürün medeniyeti; medeniyetin de kültürü beslediği; bunlardan birinin eksikliğinin ikisinin de ölümü anlamına geleceği düşünülmedi. Bugün bu iki tercihten birini yapmış olanlar aradaki mesafeyi epey açmış durumdalar.  Bunların yakın noktalarda buluşmaları bile zor gözüküyor. Kültürcülerin ve medeniyetçilerin  el ve avuçlarında bir şey kalmadı gibi.  Yalnız kültürcülük ya da sadece medeniyetçilik tercihi iflas etmiş vaziyette.

Cumhuriyetin kafa yapısına sığmıyor, bu  iki şeyin meczi. Genellikle cumhuriyetçiler sadece kültürü seçerek bu toprakların tarihine meydan okurken; buna karşı tavır alan medeniyetçiler de Müslüman halk katında havarisi olmayan İsa’ya döndüler. Açıkçası toplumdan koptular. Müslümanları  Allah’a iman etmiş hava kabarcıklarına benzetenler de dosyalarında ‘iğne’yi işleyip matbu dergiciliğe hakaret edenler de cezasız kalmamalılar.  Bunlar onların yüzlerine vurulmalı ve bu şekilde onlar, cezalandırılmış sayılmalılar.  

İstiklal Marşı, (sırf) cumhuriyetin marşı olamamıştır. Olmamıştır. Misak-i milli ile birlikte bu iddiasını hem geri almış hem de almamış bir marştır, İstiklal Marşı. Evlad-ı iyal hem içerde hem dışarıdadır çünkü. Kültür ve medeniyet biraz da et ve tırnak olayıdır.  Mehmet Akif,  her ne kadar ahir ömründe Mısır’dan dönüp gelmişse de tam bir ruhaniyetle gelmez. Hem kültürü hem medeniyeti İslam odaklı mezcetmiş bayrağın bekası ne ise İstiklal Marşı’nda olan şey de budur. Asıl mevzua vurgudur. İstiklal Marşı’nı cumhuriyet marşı saymak yanılgıdır bu nedenle. Büyük devlet ve bu devlete gebe halk için söylenmiştir, İstiklal Marşı.


Adem Kalan

14 Eylül 2014 Pazar

DEĞİNME

Kriz anlarındaki metafizik ve imge farkı, kriz   anlarındaki Kadıköy ve Üsküdar  farkıdır.


Bize 1950’lerde taşan ‘bunaltı’ edebiyatı, bizde yerel iki çeşit seyre yol açar. Yani bunaltı, Anadolu’ya özgü bir sürrealizme yol olurken diğer yandan arabeskleşmeye de hız verir. Bu da aslında Anadolu’da hem imgeciliği hem de varoş muhitlerdeki Anadolu’ya has bir arabesk tutumu kanatlandırır. Oysa Anadolu’nun birikiminde sürrealizm ve imge yoldaşlığı pek yoktur. Olduğunu zannettiğimiz şeyler de metafizik bir metotla doğmuş olan şeylerdir. Metafizik özde İslami bir şeydir. Tabi ki öncesi de var. Ama artık biz son dine İslam, onu yaşayana da Müslüman demekteyiz. Bu son söylenenle aslında metafizik ve imge daha iyi anlaşılmaktadır. Tahrifler, metafizik aynayı tozlandırdığı için bazı şeyler net şekilde ifade edilemiyor. Ama insanlar, oradan da vazgeçmek istemiyor. Kanımca metafizik bu yolla kendini imgeden ayırıyor. İnsan, problemlerini ya öyle ya böyle çözmek zorunda çünkü. Bunalım, bir şekilde atlatılmak için ya da içinde boğulmak için doğan bir şeydir. Bunalım anlarında Sürrealist bir çözüm veya arabesk bir tavır yerine Müslümanca bir tutumu yeğlemek esastır. Buna metafizik direnç demek daha yerinde olur. Halk katında ise metafizik, ki metafizik umut verir, arabesk karışımı bir iklimle belirir. Anadolu insanının tasavvufi bağlardan uzaklaşması hem de ondan kopamamış olması bunu sağlar.  Ve halk bu şekilde gemisini kurtarır. Sanayileşme, şehirleşme ve buna bağlı ortaya çıkan geçmişten kopuşlar, çoğu yerde bu tutumları bizde itiyat haline getirdi. Bunalımın tetiklendiği dönemlerde sosyolojinin özellikle toplumun bu yönüne doğru kaydığı ve dikkat çektiğini biliyoruz. Terapiler, plasebolar vs. bu dönemlerin ürünüdür.  Krizleri hakikat kalkanıyla karşılama, toplum olarak bir mesele haline geliyor git gide. Anadolu, tasavvuf temelden uzaklaştırılmak isteniyor çünkü.  Bu duruma İmge, duygusal ve içten yalanıyla; arabesk de sağladığı katarsisle bu da yetmezse alkolle destek veriyor.

Bu yüzden (modern) Türkiye halkını, tarihimizin en arabeskleşmiş halkı olarak görürüz. Moğol istilası bile bu tür bir hadiseye yol açmamıştır. Metafizik bir direniş vardı, orada. Siyasamızı da imgeciliğin sağladığı bir düşün gemisi olarak söylemek hakkımızdır. İmgeciliğin, metafizik gibi bir işlev ve doğal bir görev görmediğini de. Hatta imgeciliğin ,kesatlığı  ve sathi benzerlikleri yüzünden metafiziğin adını kötüye çıkarmış olduğunu da. Ama krizlerde, umut ve tevekkülle, orijinal, temiz  bir psikoloji ve sosyolojinin ip uçlarını da görmek rahatlatıyor bizi.


Salih Can

7 Eylül 2014 Pazar

J



Kuru bir ideal devlet deyince bir alev alıyor beni. İdeal de kime ideal? İdealizm kırbası bir kere, tarihin kanıyla dolu. İdeal’ kimsenin ideali değil artık. Halklar rahat bırakılmak istiyor. İdea’den bir ihsan falan  beklenmiyor. İdea büyülü bir şey. Gözleri perdeliyor. Realizmi ortadan kaldırıveriyor. İdealizmin büyüsünü çoğu kimse kullanmıştır. İdeal bir yana; halk bir yana. İdeal putu dikilsin ortaya yeter gibi algılanıyor. Platon da yapıyor bunu, yeri geliyor bir kumandan da. Masa başında harita ve tezlerle milletin ruhuna yön verilmeye çalışılıyor. Kara bir ideoloji ve coğrafya ülküsü uğruna hem maddi hem manevi tahammülsüzlükler oluşturuluyor. İnsanlar kurşun askerler komundan başka bir şey ifade etmiyor. Devlet, insanı, şehvetsel bir enerjiyle, kobay olarak kullandığı ucuz işçilere dönüştürüyor. Çoğu varoluşsal, kültürel, medeni unsurlar bu yapıda kendine yer bulamıyor. Başta zaten inanç damarı, bir kılıçla biçilmiş oluyor. Mesela Turan ideali. Buna rüya gibi bir rezillikti, demek daha yerinde. Aslında bu  da bir paramiliter etkiydi. Anlaşılır ki,  halk, tüm boyutlarıyla girebileceği bir mekan, anlayış yoksa dışarıda kalmayı tercih eder. Belki de gerçek devlet budur. Sivil bir devlet demek buna mümkündür. Çünkü devletin ömrü, gücü halkın ışığında yükselir. Gasset, halkın anlamadığı metinleri gereksiz görür. Genelce anlaşılmıyorsa bir devlet de halk katında ne ifade edebilir. Resmi müsamereler, soyut kurumlar ve törenler dışında. İdeal devlet tipinin böyle kuru, hayali, ocak söndüren tarafı da var. Bu durumlar da halk, kendi teamüllerine yaslı, sivil bir iç devlette yaşar. İşte bu bir devlettir. İç devlettir. Halkın içindedir, bu devlet. Sırası geldikçe, gerçekten  boy verecektir. Medeniyet devletidir diğer adı. Gerçek devlet. Son yıllarda adı paramiliterizmle Doğu’ya yazılan çoğu devlete acımak el verir, bu yüzden. İdealar, halkın elinde yükselmemiştir çünkü.

Doğu, son yüzyılı, boş idealler için harcadı gitti. Yok Arap birliği yok Türk birliği. Şii ve Sünnilik çatışması vs.  İslam birliği gibi devletler  üstü bir kuruma, yapıya   nihayet sıra geldi.  Halklar, kendi geleceklerine kendi karar veremedi.   Wilson ilkeleri ile Mehmetli Milleti çağı arası bir dönem demek daha uygun düşer bu döneme.


Adem Kalan

4 Eylül 2014 Perşembe

&



Devletin gözyaşlarını bilirim, insanın da. Tarihe garip bir perspektif verir, bu durumlar.  İnsan ve devlet yürekten gelen duygularının sağanağı altındalar.  Hıçkırıklar bollaşır, şeytanın kıkırdamaları artar. Mağlubun ıstırabına sınır çizilmez böylesi bir noktada artık.  Varoluşun kimsesiz köşeleri insanlardan değil Allah’tan ve meleklerden sorulmalıdır.  İnsan devleti, devlet de insanı ta ki kalbine kadar yemiştir.  Kalp noktası, bu dövüşte kılıçların çekilmesine kapalı alandır. Çıplak kalpler ana davada birbirini tanır. Onlar da öyle yapmıştır.  Ama yine de olan olmuştur. Pişmanlık fayda vermez. Utancın çöküntüsü büyüktür.  Çöküntü kendisini fena halde icra edecektir. Devlet de insan birer kuşlarsa eğer, sahnede derinden yaralı iki kalp ve fitne fesadın yolduğu tüyler olacak. Devlet kuşu da insan kuşu da sessizdir bu zamanlarda. Bir milletin dünya üzerindeki tıkırtısı sona ermiştir. 


Oysa insan ve devlet birbirlerin namlu doğrultmayacak kadar yakın ve bağlıdırlar. Birbirlerini esnetecek kadar şiddet kullanabilirler. Aslında devletin ruhunu yaratan kaynak olan insan daha önce bunu akıl edebilir. Çeşitli vesilelerle insan ve devlet zıtlaşmasının önüne geçebilir. Zamana da pay bırakmalıdır. Bürokrasiye kızıp şiddete baş payelik vermemelidir. Devletin tüm ruh haritasının halkın topraklarını gösterdiği bilinir. İnsanın alınyazısını taşır devlet çoğu kere. Ama dış etkenler, araya bir perde sokabilir. Bir medeniyetin bir devletin kıyametini koparmak için yapılır genelde bu da. Bizde medeniyet adının devlet adıyla zikredildiği görülür. Devlete kast medeniyete kasttır bir şekilde. Tarihi kesmeye iştir. Devlet ve insan karşılıklı cana kıymadan dönüşümün yolunu bulmalıdır.  


Tersi ise can içindeki canın katliamı gibidir. Çünkü iki güzel aşık, bu zamanda iki bedbaht birer katil olmuştur. Dava gülü soldurulmuştur. Yargı gülü, toptan bir utancı herkesin yakasına pay edip takacaktır. Sonrasında ne göğün inmeleri ne toprağın çıkmaları insana değecektir. İnsanı düşenin devleti, devleti düşenin de insanı tarihin merdivenini baş eğik inmiştir. Denir ki, zul ve yorgunluklar tarihine merhaba. Her şey mekanik bir sıradanlığa geçiş yapmıştır. Bütün bu arada, bayağılıklar, acılar ve pişmanlıklar arasında yürüyen şeyse insan ve devlet için mevzisiz bir hayattır.  


Adem Kalan