Artık dünya adına lezzet obamızda göç var.
Eski tatların konak yerinde ateşler söner. Ve böylece erenler, omuzlara daha bir
değer. İçimizde ulu sevinçler göğerir.
Cuma, günleri havalandırır. Ramazan,
ayları. Erenler de insanları.
Bu akşam, kalbimin konuğu ve manzarası
Şah-ı Nakşibend’dir. Sağ tarafında nebiler gibi akan sular var. Bizi kıyısında
kuş olarak başlatırlar ve gönüller, yeryüzünün sınırını aşan nur gibi
dolaşırlar. Yüreği acıkanlar bu hava içre doyarlar.
Ve âşıkları aşkı, mızraklara çarıktır, diye
bilirler. O çarıkları yırtıldıkça dikerler.
Şah-ı Nakşibend çiçekleri çok severdi. Eli,
çiçeklerin dağıydı.
Ve hatıraların da secdesi vardı.
Dağda ettiği bir ibadet, gönül kanatlarına
ruh üflemiş, göğüsteki lezzeti taşırmıştı. Bu, onun tekrar dönmek, ulaşmak
istediği uhrevi anı olmuştu. Onu, bu
aziz hatıra, bir ana gibi sarmış, kucaklamış, pire tüm sıcaklığını ve sevgini
vermişti.
O ibadetin tadı, ona göre, o dağın içinde şifalı sular gibi ılık ılık akmıştı.
Nakşîlerin şahıydı. Şeriatın, ilmin,
irfanın, gönlün yaşamdaki ulu ve berrak nakşıydı.
Tanrı’yı özlem şekli onda yeni bir kalıp
çatmıştı. Üveysî sevgisi, ekmekteki ulu nağmeyi, ottaki takvayı görürdü. Sırlar denizinde Nuh’un gemisi kadar kıyısız
ve kara gözlüydü.
Adı,
halâ, halka bal dağıtan kovan gibi ayakta. Harfler onda kuşturlar, güzel söz
olarak doğmak için çadırına tünerler. Çağın üstünden geleceğe doğru da uçarlar.
Gündelik işleyen zihinler bu mânaları ellerinde tutamazlar. Gönlün
göklerinde, erenlere nurdan yiyecek ve
içecek olurlar.