30 Aralık 2014 Salı

Olmanın Yeni Çatısı : Mehmetli Göğü

Ah, güzel adamım benim. Seni anlamayan yürek dalında kurusun. Asi  poyrazlarda çıplansın da varoluş örtüsünü üstüne çekemesin. …’den bahsediyorum.  Cahit Zarifoğlu’nun başka bir prototipinden. Ha söyleyeyim, Cahit Zarifoğlu Akif’ten bir adım geride olmak kaydıyla ondan aşağı bir şair değil. Akif’in ateşi onda sadece başka bir perdede sahne aldı. Yandı.  Akif’in realist unsurları Zarifoğlu’nda içe taşındı.  Ve kırk yedi yaşında bekaya yürüdü, Zarifoğlu. Sağ camianın diğer önde gelenleri, yani rahatları, kabuğunda kavrulmadan menzile erdiler. Bulundukları yerden bu böyle şu söyle ahkam kestiler.  Çilesi verilmeden erilen menzil ne menzil ki? Bu menzillere pek inancım yok.  Naylondur, taklittir onlar o kadar.  Ama sen başkasın. Yanlışının bile  bir ateşte piştiği bir gerçek.  Doğruyu işaret ettiği ise başka bir hakikat. Doğrularına gelince, onlara  boynum kıldan ince.  Yani yanlışın da doğrun da bir işe yarıyor, haydan gelip huya gitmiyor hani.

Sağcılığa ısınamadığını biliyorum. Medeniyete ve kültüre de hakeza. Muhafazakarlık tiksindiriyor seni.  Bence sen bu topraklarda ebedi bir muhalifsin.  Ebedi muhalifliğin Rusya patentlisi değil demek istediğim.  Türklükte muhafazakarsın mesela. Türklerin bazı özelliklerini yitirmesine içerlemen bunu gösterir. Tamamen muhafazakarlık dışı değilsin. Ben komünistim ya da solcuyum ama solcularla işim olmaz demeni de anlıyorum.  Günde defalarca solcu kerelerce komünist olan, bunun yanında  aynı gün içinde bu oluşları onca tövbe ile yıkayan bendim çünkü. Sağın artık, bu haliyle bir ilerisi yok. Sağcılığı 'hamdım piştim yandım’dan ettiler, bundan yok. Sağcıysan, dalında yetmeden başka sepetlere düşmeye mecbur gibisin artık. Peki solculuğun var mı ilerisi, onun da yok. Bir dolap beygiri olursak var bir şeyler. Onlar da dönmek, gelmek, gitmek. Sonra gene dönmek vs.

Gel, Mehmet ol, diyeceğim sana. Burada hakikatin sepetinden başka kaba yol yok.  Ya da git bir yere kaymakam ol. Dicle’nin kıyısındaki kuzudan da sorumlusun ama.   Ebedi bir muhaliflik mi yoksa bir şeyi muhafaza etmek mi? Hangisi zor. Gör.

 


Yeprem Türk

29 Aralık 2014 Pazartesi

MUHALİF İNŞA




Akif, bugün bazı çevreler tarafından marjinalleştiriliyor. Halk ve devletle karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor. Devlet, millet ve siyasi irade dışında bir bağlama taşınıyor. Öte yandan Akif, devlet ve medeniyet karşıtı ya da kendi halkının siyasasına muhalif bir tip gibi kurgulanıyor. Akif’i kendi fikri şablonlarını doğrulamak için kullananlar var. Akif, onların ellerinde olur olmaz şeyler için kırılıp dökülüyor. Onlar Akif adına yanılgılara sebep oluyorlar.  Ebedi bir Osmanlı muhalifi şeklinde göstermek gibi çabaları var şairi. Elbette  Akif’i İkinci Abdülhamit’e karşı takım tutar gibi savunmanın etkisi büyük bunda. Tersinden ötekiler için de aynı şey düşünülebilir. Oysa bu ebedi bir şey değildir. Akif, II. Abdülhamit ile gönül barışını sonradan tesis cehdine gider. Sonrası Abdülhamit’in, yüce halifelik makamının  bileceği iştir. Ortada çünkü büyük bir sorumluluk var. Hal olayı bizde bir kırılmadır. Osmanlı topraklarında ilk kez, akıl, devletten ayrı hesap yapan bir entelektüel camiaya geçmiştir. Bu geçiş de zaten devletin canına okumuştur. 17. Yüzyıldan beri akıl,  devletin eline geçmiştir gibi bir yargı yanlıştır.* Muhalifliği saptıran bir inşaya hizmet eder. Dediğim gibi Akif’i hep muhalif göstermek  şairin aşağıdaki dizeleri uyarınca entelektüel zulme ortak olmak anlamına gelir. Bizdeki kutlu devlet anlayışını çarpıtır. Veriniz baş başa; zira sonu hüsran-ı mübin, Ne hükümet kalıyor ortada billahi, ne din.


(Tam metin Kuruluş’tadır.)

Adem Kalan

24 Aralık 2014 Çarşamba

geleceğe olmalı



Gençlere acizane tavsiyem, tekrar doksanların yararsız edebiyat tartışmalarına geri dönmeyin. İnsan, sonradan yanıldığını anlıyor, ama iş işten geçiyor. Fayrap dergisi mesela bunu denemeye çalışıyor. Ama doksan şairlerinin çoğunun kişisel hınç ve rekabetle asıl mevzuları dışarıda bırakmak zorunda kaldıklarını iyi bilen biriyim. Örneğin, kişisel hesaplar için Kuruluş dergisini kullanmayacağım. Kuruluş milletin dergisidir. Şu aralar edebiyat bürokrasisinden ziyade halkta yankı bulması Kuruluş’un bunu gösteriyor. Dergiye ulaşan memur, tüccar, zanaatçı dergiyi kaptığı gibi soluğu Kuruluş’ta alıyor. Demek ki kendilerini Mehmetli Milleti olarak görüyorlar, onlar.  Geniş bir yerimiz olsa, Kuruluş bürosu dolup taşacak gibi. Demek ki biz halk için çıkıyoruz. Teoriler arasında boğulup kalmak istemiyoruz. Teori dediğinde ne anladığına bağlı tabii. İki yıllık veya üç yıllık hayat hakkı için yola çıkmış teorilerle de iş olmaz. Bir konuda tespit yapma hakkındaki kanaatimizde öyle. Tespit deyince aklıma geldi. Edebiyatımızda ufuk Sezai Karakoç, hayat Bülent Arınç’ gibi tespitler mesela geçersiz ve gereksizdir. Kabiliyeti olan yapıyor, kabiliyeti olmayan yapamıyor. Bu kadar basit. Yerli iktidara meydan oku, hele çok İslami ise daha çok meydan oku şeklindeki İslamcı-Mason afiş sloganları zaten kasıtlıdır. Bunu söyleyen şair de ‘Ufuk Namık Kemal ama söylem Kemal Kılıçdaroğlu’ şeklinde pekala yaftalanalabilir. Dediğim gibi, o öyle der, sen böyle dersin, bu sürüp gider. Bunun için dikkat. 

Kuruluş’un kendine has mevzuları vardır. Mehmetli Milleti, Medeniyeti, Devlet Şiiri vs. II. Abdülhamit de bu konulardan biri. II. Abdülhamit halk için de önemli. Onun en büyük şansızlığı, iktidarının devamı için halk yerine bürokrasinin onayını almak zorunda kalmasıydı. Bu durum onunla halk arasında duvarı kalınlaştırmıştır.  II. Abdülhamit’e halk seçiminin yetişmemesi, onun adına büyük bir şansızlık. Halkın iktidar seçeneğinin üç beş bürokratik figüre çarpıp geri dönmesi denir buna. II. Abdülhamit İslamcı değil padişahtır. Doğru. Ama İslamcı ve Mason bürokrasinin ağında halkına yürüyememiş bir devlet adamı olduğu onun daha doğru. Bugün bunların farkında halk. Kendi emelleri için halka belagatle bürokrasi oyunu oynayan şair varsa, artık şükür ki inançlı halk da var. 


Yeprem Türk

22 Aralık 2014 Pazartesi

ocak- Şubat 2015 KURULUŞ, sayı 7







...

Târihler ismini andığı zaman, 
Sana hak verecek, ey koca Sultan; 
Bizdik utanmadan iftira atan, 
Asrın en siyâsî Padişâhına. 


'Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik, 
İhtilâle kıyam etmeli dedik; 
Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik; 
Çalıştık fitnenin intibahına. 
.....

RIZA TEVFİK














16 Aralık 2014 Salı

dünya nalı


                                                                         Medeniyet, asıl mevzua çatıdır.
        O asıl mevzu ki, insan oğlu biraza biraz, ahretin çocuğudur.




Cumhuriyetin yoksulluğu bir tarafa,  cumhuriyet dairesinde  ibre hala aşağıya doğru iniyorsa bir millet adına buz gibi bir düşüştür, bu.  Aşağıdadır artık her şeyler.  Dil, bilinç, ufuk, iman derecesi.  Bu seviyede, bir parmak boyu derinlik veremez insan. Ve söz ve dağarcık ve yaşam bakımından. Cumhuriyet üstünde fazla gitmemeli tarihe.  Çağımızda medeniyetimizin parçalarının ayrı ayrı cumhuriyetler üstünde uzunca taşınması  bu derinlik meselesini tamamen yok edip ve bunu da normal hale getirebilir. İnsana gerçekten böylesi yanılgılı bir duygu yükleyebilir. Bu tehlikelidir.  Ve belli bir zaman sonra üstünde yaşadığı  ufak parçaları da yitirebilir, insan.  Sadece cumhuriyetin  kapladığı matemetiksel  alanda, yaşadığını sanabilir.  Olduğu yer  anlamlı kalan bir alan olmayacaktır oysa. Anlamını bitiren alanın kendisi de bir zaman sonra yitecektir de.
Ben cumhuriyet zihniyetinin uzaması halinde inanca, bize, medeniyete ait  kalelerin kalacağını düşünemiyorum. Kalan şey herhalde artık cafeler olur. Medeniyetten arta kalan kaleler cumhuriyet içinde cafelere dönüştü. Cumhuriyete devamsa eğer, ufkumuzun yeni yüzyılı kalelerde değil, cafelerde geçireceğini umuyorum. Kaleleri teslim edeceğimiz sağlıklı bir genç nüfus yapısı dahi olmayacaktır. Bu zihniyetin, ruhu silkelenmiş bir insan tipi var ettiğini görüyoruz. Biz bu tür insanlara içi silkelenmişler diyoruz. Uhrevi duyuşlarını içinden çıkartılmışlar, ufkundan kopartılmışlar, elek diye duvara asılmışlar ya da.  İçi boş oğullar veya boru oğullar da denebilir.

Bazıları diyor cumhuriyet de bir siyasa malı. E ama bu kadar da olmamalı. İnsan ki, o  siyasa, biraz da ahret malı olsun istiyor.


Adem Kalan

7 Aralık 2014 Pazar

AHRETTE PİŞİP DÜNYAYA DÜŞEN

Cumhuriyete insani  olarak başlamadıysak, onu insani olarak bitirmemiz mümkündür. Bu yüzyılın başındaki ilk kuvveyi yani milliyetçiliği yani Wilson ilkelerini bir kenara atarak bu iş başarılabilir. Wilson kardeşliği, ırkçı kardeşliktir. Kan kardeşliğidir. Çağımızın Ebu Cehil kardeşliğidir.  Dini değildir. Bu tip kardeşliklerle Allah’ın insanlar üzerindeki hakkına meydan okunmuştur. Muhammed (sav) ağacının dalları kırılmak istenmiştir.  Kardeşlik, hakikat sütüyle, Muhammedi (sav) sütle değil Wilson sütüyle beslenmiştir.  Hakiki kardeşlik yok, biberon kardeşliği vardır. Ruhun çamurdan bir yuvası olduğumuzu unutmuşuz. Ruh değil, çamur kardeşliği yapıyoruz.  İnsan adımız artık bir nesne üstünde anılıyor. Kapçıklar gibi. Naylonlar gibi. Kürdü, Türkü, Arabı biz ahretin çocuklarıyız oysa, Allah’ın tek kalemde kuluyuz. Değiliz yani nesne oğulları. Veya naylon oğulları. Üzerimizde, Allah’ın hakkı var, bunu görmeliyiz. Bu hakkın adı kardeşliktir. Din, medeniyet kardeşliğidir. Hak kardeşliğidir. Bu kardeşliği Wilson değil, ahret pişirmiştir, dünyaya düşürmüştür.  Biz Muhammediler dünyada payımıza düşmüş ahret , dünya kardeşliğinin peşindeyiz.  Allah’ın hakkını üzerinde taşımayana, yer altı denilen ölüm ülkesinde de huzur yoktur. Türk ve Kürt, Allah’ın hakkı denen bu vatan toprağında yani Allah hakkının inşa ettiği kardeşlik denen kutlu ülkede tek millettir. Bu hakkı es geçenleri, her iki cihan da süründürecek, zelil edecektir. Madem Allah’ın hakkı denen şeyin yanındayız, öyle de olsun zaten. 

yeprem türk

6 Aralık 2014 Cumartesi

DENEME


Aslında yazarken hep bir boşluk olur, yanımda. Bu, boş olan bir boşluk değil. Dolu, değerli, biçimden daha çok içeriği zengin bir boşluk.  Böğrümde hazır duran ahret boşluğudur, bu. Bunsuz bir şey  yapamam. O yoksa yapmama da gerek yok. Can fırlak  değildir. Gerçi onun olmadığı bir zaman yok bende. Ürkerim onsuzluktan. Yirmi dört saat, uykuda bile böyle olur. Hayatımın, düşüncelerimin anası babasıdır. Ölüm fikrini doğallaştırdı bende. Korkamam ölümden, hayattan ayrılıp uzak ahret diyarlarına gitmekten. Orayı  Allah yapmıştır.   Bir zamanlar bize çayırı çimeniyle otaglık etmiştir. Şu an buradayız. Ama oradan kopmak zor. Arada  ipler var.  Bağlar var sonra. İnsanın canı çeker, ahreti. Ahretin yüzü bende aydınlık, güzel, sağlıklı.  Gülümser. Geçmiş dönemlerde yazılan ölüm şiirlerindeki karanlık, tekinsiz ürpertileri kendi namıma doğru bulamam. Batı’nın ölüm ve ölüler ülkesine dair söylediklerinin esiri altındaydı edebiyatımız. Belki ondan öyle düşündük. Frudyen’in iç güdü terörü  mesela.  Ölüm tasavvurumuzu bile etkiledi. Bizim metafiziğimizin yüzü temizdir.  Güzeldir. Ölmüş bir kişiye bu metafiziğin alavere dalavere,  soytarılık edeceğini düşünemem. O, yolu aydınlatacaktır. Misafire gösterilen hürmetle, can vermişlere muamele çekecektir.  Ölüm zannımca, aydınlıklar içinde ahrete doğru giden, bandırası nurlu bir gemidir.


ADEM KALAN

TÜRK ŞİİRİNDE BİR DIŞLAK: EBUBEKİR EROĞLU *

Hayatı boyunca çok sıkıntı çekti. Öyle ya da böyle rahat yüzü görmedi. Belki buna şairliği belki de aşırı hassasiyeti neden oldu. Belki de içinde bulunduğu zaman ve koşullar itibariyle mücadele etmeyi, bu uğurda sıkıntılara göğüs germeyi bir yol olarak seçti. Ülküsünün eti kemiği oldu. Milletinin, geleneğinin rencide edilmiş ruh acısını derinden hissetti. Bir şairi böylesine ve bu tür cümlelerle tanıtmak isterdim veya bir fikir adamını. Şöyle de olabilirdi bu. Derin bir estetiğin yanında içinde bulunduğu toplumun dünya macerasını yani ruhunu yansıtma yolunu tuttu. Öze doğru yol almanın atını koşturdu.

Biz şairleri okurken genelde onlara bu iki yolun mümkünlerini zorlamış birer şahsiyetler olarak bakarız. Türk şairleri, bu iki yakadan birine yerleşmek veya birinde belirginleşmek zorunda. Türk şiir tarihinin akışı buna uyar. Pathos veya ethos gibi şeylerden çok farklı bir olay bu. Pathos veya ethos’u anlamlandırmak denebilir buna. Hem sanatın hem şairin kişiliğini sağlamlaştırıyor, ayrı bir önem biçiyor bu yol şaire. Bu iki yolun dışına taşanları ise ne Türk şiiri bir yere koyuyor ne de onlara şiir sanatı sahip çıkıyor. Açıkçası onlar hakkında yazmak, onlara şiir tarihinde bir misyon biçmek bile yazana bir yük haline geliyor.

Bu tür şairlerden bir tanesi de Ebubekir Eroğlu’dur. Tuhaf bir şiiri var, Eroğlu’nun. Tuhaf olduğu kadar da akış dışı. Türk şiiri albümünde yeri yok yani. Girişte belirttiğimiz iki damarın dışındadır. Gerçi kendi döneminin şiirine uygun bir kişilikte. Kuşağının hem temasına hem de şiire bakış açısına biçilmiş kaftan.



Diğerlerinden biraz muhafazakar olması yönüyle ayrılır. Ama bunun ayrıca bir önemi yoktur. Bu dönemin muhafazakar şairleri de içinde,  niçin hangi akla hizmet adına şiir yazdılar pek bilinmez. Estetik algıları da önümüze bir şey koymaz. Eroğlu’nun şiirinin dokusu öncelikle şiir sanatı içinde düşünüldüğünde çok gevşek mesela. Kelimeler uzun uğraşlar sonucu ses olarak bir disipline ermiş olabilir. Ancak biz bunu kastetmiyoruz. Kaynaktan çıkıştaki doğallığında ve orijinalliğinde büyük sorunlar var Eroğlu şiirinin. Bilgisayar ekranında ya da kağıt üzerinde kesilmiş biçilmiş birbirine tutturulmuş öğeler topu gibi durur Eroğlu şiiri. Şiirdeki öze ya da herhangi bir amaca kendisini veremiyor Eroğlu. Bundandır şiiri içerde değil dışarıda yapıyor. Kişiliğini, kendisini belli etmek istemiyor mu şair şiirinde bilmiyorum. Şiirinin insan bakımından ıssız kalmasına neden olan aynı tavrı üslubu mudur Eroğlu’nun kestiremiyorum. Oysa şiirin insanlık dolması isteniyorsa, şiir her şeyden evvel şairini içeri alır. Şair şiirinde değilse diğer şahısların da şiire gelmesi pek olmaz zaten. Bunu yapabilenlerden bir tanesi de örneğin Ahmet Haşim’dir.   Ahmet Haşim’in doğaya bakarken bile oradan öze geçtiği görülür. Haşim, denizin kızıllığı gibi bir tabiat hadisesinde de insani bir öz ortaya çıkarır. Tabiatın bağrında insanın çeşitli hislerini fokur fokur kaynatmayı başarır. Aslında su yüzüne çıkmış önceki dönem şiirlerimizden kalma doğşiirlerimizde bile bu denli, Eroğlu şiirindeki kadar pastorallık olmadığını söyleyebiliriz. Bunu modernizmin son haliyle, geldiğimiz noktadan baktığımızda daha iyi anlıyoruz. Pastorallık algısının artık değiştiğini biliyoruz. Pastorallıkta ölçek, doğa değildir,  şairin şiir dışında kalması olayıdır. Sanatta bazı şeylerin anlamı çağa göre değişiyor, başka cepheler açıyor yeni gelen zaman. Doğaldır, bu da. Tekamülün doğasında var. Ahmet Haşim’in tabiat dolu, ruhsuz denilen şiirlerinde mesela medeniyet ışığından biraz mahrum kalsa da Haşim’in tabiatı mı insani öze sokup çıkardığını yoksa insanı mı tabiata gömdüğünü anlamak zor. Zaten büyüklüğü de Haşim’in şiirinin buradan gelir. Medeniyet şiiri olarak eksik hissedilmesi de Haşim’in şiirinin, temasındandır. Bu yüzden de Yahya Kemal’in  kıyısındadır.

Eroğlu şiiri, bu bağlamda güçlü şiire has bir çalışma gösteremiyor. Ya da yanlış yerde çalışıyor. Şiirin şiir gibi çalışıldığı atölyeler vardır. Şiirin iklimi havası duygusu çalışılabilir. Haşim de Yahya Kemal de böyle yapar. Kelime seçimine sonradan eklenebilecek sözcüklere çok az şans vermişlerdir. Eroğlu, atölyeyi biçime taşımış sırf. Bundan ki, hikmetli şeyler söylese bile hikmetli şeylerin çoğu sıcaklığını kırpılmaktan ziyan ediyor. Bu da hikmetin Eroğlu şiirinde sadece bir mask olarak taşındığını gösterir.

Kalem beyaza iner bir düş aralar
Bir ağaç kımıldasa
Bir taş çatlasa bir kök yürüse
El sallansa bir esinti

Metin Cengiz, bu dizeler için ‘...Bizi bir duyguyu, bir imgeyi anlama çağırmaktan çok, durmadan kendisini çoğaltan bir gövdeyi anlamaya davet ediyor’ diyor. (Edebiyat Ortamı, Şiir Yıllığı, 2014.) Gerçi Türk şiir okuyucusunun, kim kimi nereye çağırıyor, bunu bu şiirden anlaması mümkün değil. Zaten Metin Cengiz de anlamamış, birkaç retorik cümle ile işi geçiştirmiştir. Okuyucuyu bir şair bir yere çağıracak da okuyucu anlamayacak. Olur mu yani? Orhan Veli’de bile davetin yeri amacı konusu açıktır. Sezai Karakoç ve İsmet Özel, üstüne basarak yolun nerede davetin neye olduğunu söylerler. Şiir çoğu tarafıyla da şiirimizde bu özelliğiyle görünür. Eroğlu’nun şiiri davetsiz ve dertsiz bir şiirdir. Sermaye yok yani. Sermaye yoksa davet yok, insan yok, sıcaklık yok, beka yoktur.


·          Yetmiş ve Seksen şiirini Türk şiiri halkasına eklediğinizde Türkçenin bekasına halel getirmiş oluruz.  Bu yüzden iki kuşağı da Hariç(dışlak) şeklinde adlandırdık.  Türk şiirinin dışına koyduk.





Yeprem Türk   (Kuruluş dergisi 6. sayıdan)