18 Şubat 2017 Cumartesi

Veda Rızkı


Bir gün olur Kuruluş’un son sayısı
Duyar on sekiz bin alemin edebi kamusu
Çekerim kelemi piyasadan ebedi
Bu dünyadan kimseye değil
Rabbime göstermeye yazarım metinlerimi


Y.Türk

Cahit Zarifoğlu ve Yaşamak

Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı eseri aslında  hayatın kısa kısa yapılmış bir tefsiri. Bombalardan tutun ekmeğe, büyük siyasi düzlemlerden korkunun en küçük parçasına kadar inen bir yorum alanı ve çeşidi.
Kitaptan okuduğuma göre kendisi, bunları ortaya çıkaran, konuşan, tevil eden bir araç. Büyük ihtimalle onun bakış açısına göre insan da öyledir. Çünkü şair olarak kendisini bir televizyona benzetir. Anlatırım, gösteririm, ancak nasıl gösterdiğimi söyleyemem, der. Sanırım bu özelliğinin ağır basmasından olsa gerek şiiri hakkında konuşmayı pek sevmez.
Örneğin Güney ve Kuzey Kore Savaşı’nın ve Vietnam’ın anlamsızlığını anlatırken kitapta, bütün bunlara sebep olan bir şeytan tüyüdür, demek ister. İnsanın özüne inerek meseleye dokunur. Yani o kadar ölü o kadar kan, bir tüyden. Ve sebep ki o kadar kıldan. Ve şairin bunun karşısında insan adına  konuşan düş kırıklığı var.  Metinleri de kendisi gibi bir bakıma. Dünyayı bilerek  ve ona şahit olarak anlatan şiirleri, nesirleri kadar kırgın. Kendisini araç olarak addedmesi, belki bunlara dayanamayacağı endişeydi korkusuydu, bilmiyorum.
 Ona göre kötüler de iyiler gibi bir ölüp bin çoğalıyor. Habil soyu kadar Kabil’in kökleri de derin bir kalpte atıyor.
Bu kitapta, Cahit Zarifoğlu’nun nesnelere bakış açısının edebi bir tarifinin yapılması da zor. Cahit Zarifoğlu için nesne, kadim madenlerin değişik çağlardaki hayat bulma şekillerinin toplamı. Un; ekmek, kurabiye gibi çağın değişen  yiyecek adlarının adını çoğaltsa da altında tek bir isim vardır. Temel gıda Buğday. Yine buğdayın başka çeşitleri: Pirinç, arpa, çavdar. Yani bunlar, dünyanın ilk günlerinde insanlara verilen temel rızıklar, farklılaşmıyor sadece değişik şekillere bürünüp yoluna devam ediyor.
Araçlar için de aynı şey vakidir. Tüm modern gereçler dünyanın içine saklı bir bünyedeki cevherlerden meydana geliyor, zamanın içinde bulunan terkibe ve felsefeye göre şekil buluyor.
 Aslında Zarifoğlu için söz de böyle bir şeydir. Tanrı’nın Adem’e öğrettiklerinin farklı coğrafya ve kişiliklerde  çoğaltımıdır. Bazı yerlerde sert kimi bölgelerde yumuşak.
Bana öyle gelir ki, Zarifoğlu  bu metinleri, nesir felsefesi içinde yazmaz. Şiir için kullandığı, özel bir  düzenekte düşünür. Mesela o düzenekte kelimelerden oluşan garip şekiller var. Bunları o yapmıştır. Bu şekiller nelerdir?. Bunları biz bilmiyoruz. Hani otuz senede bir nesil, tarz, sokak değişir derler? Bunları gideren şeyler. Zamanın aslında dışardan geçtiği gibi geçmediğini sezdiren ve  vaktin içine doğru  gidildiğinde birtakım şifreler veya insani cevherler ve yeteneklerle karşılaşacağımızı kulağa fısıldayan birtakım özel çizgiler. O şekillerin gölgesi altında örneğin bir karpuz; kabuğu olmayan bir karpuza dönüşür. Bu karpuzun bir dilimi hicretten öncede bir dilimi de modern zamanlardan gözükebilir.
Ben bunu, Cahit Zarifoğlu’nun, görsellikle başlayan çağın dilini bizim gibi nefesle konuşmaya çalışan bir milletin diline tevil etmeye çalışması olarak isimlendiriyorum.
Cahit Zarifoğlu şiirinin, Türk şiir tarihinin Cahit Zarifoğlu’na kadar görmediği bir tecrübe olması büyük ihtimalle bundan.


Y.Türk




9 Şubat 2017 Perşembe

Ekoller

Son yüz yıl içinde yetişen alimlerimizin Türkiye’ye, İslam alemine yeterli katkı sunamayışları hep dikkat çekmiştir.
Açıkçası İslam dünyasını yerellikten cihanşümul manaya ulaştıran, medreselerin, ekollerin ve felsefelerin ışığının zayıflamasının bunda büyük rolü vardır.
Örneğin, Nizamı Mülk ve Sahn-ı Seman  medreseleriyle devam eden İslam ekolünün ve felsefesinin eski parlaklığından uzak olması bu eksikliği fazlasıyla hissettiriyor.
Bugün dünya üzerinde bu anlamda şu ekollerden bahsedebiliriz. 1) El- Ezher ekolü. (Bu ekolün Nizami Mülk ekolüne karşı kurulduğunu söyler tarih. Ali Bulaç, örneğin burada yetişmiştir.  2)Tunus Ekolü. 3) Malezya Ekolü. (Zevk ve estetik ön plandadır.)
Aynı ekollerden yetişen alim ve siyasetçilerimizin bizim derin tarih ve felsefemizle derin bir ilişki kuramadıkları görülür.
Yani aslında alimlerimizi İslam’ın kendi mecrası içinde yetiştirecek bir ekolün sıkıntısını çekmekteyiz.
Nizamı Mülk medreseleriyle merkeziyet kazanan, Sahn-ı Seman yani Fatih Üniversiteleriyle süren bu temel ekole, cumhuriyet döneminde neşter vurulmasıyla bu alandaki sıkıntımız büyümüştür. Marmara İlahiyat Fakültesinde küçük bir sahaya hapsedilmiştir, bu ekol bugün. Bu ekol, başlangıcında bu yana Mehmedi bir ekoldür. Ve çağımızda, az sayıda ve yetersiz alim yetiştirdiğinden; M. Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil... gibi şair ve edebiyatçılar tarafından temsil edilmektedir. 


Y.Türk

5 Şubat 2017 Pazar

Bir Kere Millet Olma


Bu grubun, bir toplumun bir heves, bir ideoloji kapsamında bir araya gelmelerinde, onların bir millet olduklarını düşünmemek, daha kuvvetli bir görüş olur. Çünkü grup ve toplum dağılınca onları toplaştıran ilham da bitiyor. Bu durumda, köklü bir değişime, yeniliğe ve oluşuma kapı aralamıyor, bu tür toplumsal çıkışlar. Selef ya da diğer adıyla bir tarih bulmakta, aynı mantık gereği zorlanıyorlar. Çünkü kendileri de zamanında halef gibi davranamamışlardı. Amerika milleti dediğimiz kapitalist ilham çerçevesinde bir araya gelen topluluk, bu örneğe uygundur.

Millet olma hali, Yahya Kemal’in ‘biz ölülerimizle birlikte yaşarız’ sözünü haklı çıkaracak şekilde, ölülerin ve sağların üstünde yaşar.

Yani insanlar bir kere millet olurlar. Gelecekte ise bunu sürdürürler. Milletin, toprağın altındaki kısmı ile üstündeki tarafının bir şekilde derin bir ilinti içinde durması bundan. Aslında bir millet ağacı dayanıklı mı değil mi, toprak altında kalan kökleri ile ölçülür.   Bu nedenle, kadim milletler; sık sık, başka başka millet oluşumu içine girmezler. Mehmediler, bu tür bir yapının asli prototipidir.



Y.Türk

4 Şubat 2017 Cumartesi

VAR


15 Temmuz ruhunu kendisine ülkü edinene.
Aşkı iki katlı bir ev gibi görüp onun bir katını bu dünyada diğer katını bekada görene.
Gülü, yaşamına felsefe yapma yeteneğine sahip olana.
Gerçeği görür gibi geleceğe dair gündüz gözüyle rüya kurana.
İlhamın şeytanının milleti dolandırdığını kavrayana.
Anadolu’nun iliklerinde arşın gıdası vardır, diyebilen. Bu vitamini muhafaza edene.
Kendisini, bir insan olarak dünyanın ilk günündeki gibi heyecanlı bulana.
Allah’ın bir gün, o günü, o kuruluş gününü, dünya yaşam piyasasına sunacağına inanana.
Hayat evinin mahzeninde şeytanları kilitli tutan, üst katlarda melekleri yaşatana.
Kalbimizi Halep’ten, Bosna’dan, Afrika’dan beri eyleyelim de batalım mı? Şeklinde düşünene.

Modernliğin son zamanlarını yaşayan adamlara, son alanlarını adımlayan aykkabılara; geleceğin yeni, orjinal kapısını açan zekalara, uhrevi geniş zamana dokunan ellere; kelimeleri ilk kez o dünyanın ahengiyle konuşan dillere; merhameti ve sevgiyi atıldığı yerden kaldırıp, alnından öpen, doğrultan, hak ettiği yere koyan kollara; devleti, milleti doğaçlama bir hal içinde adaletle hükmettiren felsefeye. İhtiyacımız var.



Y.Türk

DİYE BİR ŞEY YOK

Daha fazla
"Anadolu mayası" Safevi mayasıdır.


Hakan Arslanbenzer, bu aralar twitter’dan falan ilginçlik ve tarihi bakımdan  da ayıplık gösterecek şeyler paylaşıyor. Örneğin askerimize neden Mehmetçik dendiğini anlamayarak, bu kavramı redde yönelmişti. Şimdi Anadolu İrfanı’nı ‘Safevi Maya’ şeklinde adlandırmış. Üsküdar’da bazı İslamcı şairler, şarhoşluk verici maddeler alarak mı yazıyorlar artık, bilmiyorum. Arslanbenzer şimdi söyler ki ‘twitter'daki paylaşımlarıma bakmayın. Onlar sağlaması yapılmamış şeylerdir.’ Demezler mi? Dostum, sağlamasını eylemediğin bir şeyi, niye insanlara sunuyorsun. Tarih adına konuşayım. Anadolu İrfanı’ Malazgirt Harbiyle başlar. Yani Mehmedilerin Anadolu’yu yurt edinmesiyle hız alır. Örgüsü Yunus’tandır. Anadolu İrfanı’na ‘Safevi Şeysi’ demek kuzuya kedi demek gibi bir şeydir. Gerçi Arslanbenzer’in bu türden yanlışlarına alıştık. Bir konuda iyi kötü bir tespit yapıyor, Arslanbenzer, ancak tutturamıyor.  Arslanbenzer’in yazdıklarında ve fikir etme sanatında bir kişilik yok. Asıl sorun burada. Durmadan değişen bir bünye var. Bir bakarsın Harlem zencileri gibi takılır Arslanbenzer, bir bakarsın Everest dervişleri gibi.

Heves kapsamında görüşler belirtiyor, Arslanbenzer. Bu yüzden artık Fayrap okumuyorum. Bir ara işte şu fikirdir, şu da şairdir dedi, ama hep ıskaladı. Bu sebeple Fayrap’tan uzak duruyorum. Fayrap bütünüyle 15 Temmuz öncesi dünyayı temsil ediyor gibi. Oradan sıyrılamadı.  Bakarsam Arslanbenzer’e, ara ara, o da twitter'dan.

 Aslında Hakan Arslanbenzer için bir eşletiri kitabı düşünüyordum. Epey de yol kat ettim. Ancak Anadolu İrfanı’na Safevi Mayası diyen biri hakkında kitap yayımlamanın insanı temsil ettiği irfan cephesinden küçük düşüreceğine inanarak, Arslanbenzer’e dair bu kitabın taslağını sildim. Böyle bir kitap olmayacak yani. Emeğime yazık.


Y.Türk

23 Ocak 2017 Pazartesi

Şiir, Nesir

Karabatak Dergisi. Sayı 26. Konu olarak felsefe ve edebiyat ilişkisi nedir? Sorusu işlenmiş, bu nüshada. Ş. Teoman Duralı, edebiyat ile felsefeyi birbirinden ayırmak zorundayız demiş. Metni boyunca özellikle şiir ile felsefenin farklı dünyalarına değinmiş. Aynı sayıda bir başka yazar, Enes Günaslan, tekrar edebiyat ile felsefenin aynı hale geldiği ana gelmeyiz, şeklinde bir cümle kuruyor. Gerçi daha önce okuduğum bir eser olan Başka Bir Estetik’te Alain Badio, şiir ve felsefeyi durmadan birbiriyle kavga eden ama yine boşanamayan bir çifte benzetmişti. Cemal Süreya, biz felsefeyi şiirle yaparız, diye düşünür. Bana kalırsa felsefe, nesir ortaya çıkınca ihtiyaç duyulan bir şey oldu. Çünkü felsefe şiirdeki kainata özenen nesir alemi gibi duruyor.


Y.Türk