26 Ocak 2014 Pazar

Bana Hayran Olsana, Aykut Nasip Kelebek


Aykut Nasip Kelebek

Aykut Nasip  Kelebek, Bana Hayran Olsana adlı ilk şiir kitabını çıkardı, iki ay önce.  Genel olarak, Aykut Nasip Kelebek’in yüksek sesli, hassas bir aleme sahip olduğu seziliyor kitapta. Ve Bana Hayran Olsan’a,  biçim ve içerikte özgün ve üst düzeyde bir şiir kitabıdır. Kitapta birkaç kelime değişikliği yapıldığında, gelecek kuşakların her yönden rahatlıkla etkileneceği ve besleneceği bir kitap hüviyetine bürünüyor, Bana Hayran Olsana.

Genelde, genç yaşlarında şairlerimiz bizden olmazlar. İçinden çıktığı milletin, halkın kabuğunu hor görürler. Bazı büyük şairlerimizde bile bu böyledir. Küskünlük, Avrupalılaşmak veya içine kapanmak kendi köklerine karşı bir engele dönüşür. Kendi çekirdeğini bulma noktasında yolu uzatabilir, bu durum. Ancak Ezra Pound okuyarak Yunus’a çıkan şairlerimiz de yok değil. Fakat bu, yine de hedefi geciktirmiştir, öze ulaşmada bir engel oluşturmuştur. Çağında olmasa da sonraki dönemlerde bu ortaya çıkıyor. Mesela cumhuriyet şiiri, neredeyse bir kopya muamelesi görmeye başladı bile. Aykut Nasip Kelebek, bu yönden saf bir şiir yazıyor. Ve diğer çağdaşlarının vakıf olamadığı konuları o, çoktan şiire dönüştürmüş durumda.

Aykut Nasip Kelebek dışındaki genç şairler ne yapıyorlar, şiirde nereye varmak istiyorlar anlamıyoruz bu yüzden pek. Heves dergisini de okurken mesela, Heves hangi ülkenin dergisidir, kimleri ya da hangi hayatı anlatmaya çalışıyorlar Heves’in şairleri, çıkarmakta zorlanırdım.  Yaşça bizden epey büyük olan Osman Konuk’u bile hala çözebilmiş değilim. Çünkü Osman Konuk da bir bakıma, halkın edebiyatını yapmıyordu bana göre. Cafe tarzıyla sınırlı bir insan algısı var Konuk’un. Sanki meydanların yerini cafeler almış sanırsınız Osman Konuk okurken. Sonuçta cafe zihniyeti, toplumda cumhuriyetle birlikte oluşturulan saray modeli algısından daha soyut bir yere denk geliyor. İrite ve ithal olması da cabası. Mesela gençlerden Efe Murad  da bu tür mekanların ehli. Tabi onun şiiri, zekası ve formu daha  melez ithal yapıları anımsatıyor. Bu yönden farklı.  Ama iki şairin şiirini okumak, bir manifestosu olan eğlencelik gerilim tünellerine girip çıkmaya benziyor. Aslında çağının tüm yeniliklerini şiirine boca eden iki şairden bahsetmeye çalışıyoruz burada.


 Sonuçta, çağın bu hızına bakılırsa şair ölmeden, kaç mekan algısı veya tipi mezarı bulacaktır. Ve mekanlara fazla takılanlar, onlarla birlikte gitmiş olacaklardır. İslam sanatının temelinde neden surete pirim verilmediğini, günümüzün yeniliklerini dişinin kovuğunu bile doldurmadan çiğneyip atan hızı,  daha anlaşılır kılıyor. Aykut Nasip Kelebek, seçici bu hususta. Kubbeler, camiler gibi bize özgü mekan ve unsurlar bile ancak hakikatin gölgesi olarak düşmüştür  Aykut Nasip Kelebek’in şiirlerine. 

Yeprem Türk (Kuruluş dergisi sayı 1'den alıntı)

23 Ocak 2014 Perşembe

NA’T


Elimde oyuncaklar kurabiyeler doldurduğum ceplerimden
Düşen paralar ellerimden fakirliğe senin adın olmadan
Ne yapar; bereketinle ruhumda gezdirdiğim ismin
Dilimde ismin en uğursuza çaldığım çelikten kurşunkalem
İsmin gelir aklıma günaha yaklaşan adımlarıma dur diyen
İsmin gelir aklıma öfkeden kudurduğumda tam da katil
İsmin gelir aklıma ismin tek yumrukta düştüğümde ansız
Ne müthiş yardımın ne müthiş toplaman ne müthiş edebimi giydirişin
Sırtım ıslakken ve terli bir terk edilmişliğin pençesinde; tülbendin
Alnımda, birikir seninle toprağa basar gibi dağları okşar gibi
Beni bende biriktiren adın senin o ıslak rüzgârlarla bende biriken
Adın, üstüne and olsun aşkın, ey nebi benim aşkım sana
Bulanmaktır bir sıcak toprak arasından sana merhabalara
Ulaşmaktır kavuşmaktır adın üstüne and olsun yeminim olsun
Ey çıplak ayaklarımla moraran gözlerimle önünde durduğum
Ağrılarımdan geçtim hastayım diye sana dilenmek kadar
Ne durdurur beni ey seni gördükten sonra
Vallahi okyanusları bir çırpıda göklere fırlatırım
Ve sıra sıra kıtaların gramajı parmaklarımda erir ey nebi
Gelirse hicranıma katık ettiğim senden bir kırık bisküvi…

Beni ben yapan Allah uzaklardan ısmarlarken beni sana
Ulu nebi efendim işte orada nefsimi savunduğum direndiğim
Tabanca tabanca üstüne kuşandığım düşmana
İtidal perdeleri geren senin o müthiş ismin..

Düştüğünde dilime, düşerim… düşerim bir atlastan halıya
Kuytu mihraplarda seni beklerim uzak minarelerden
Adım adım içimize inişini saf saf yüreklerimize dizilişini;
Ne sokaklar beni kabul eder ne saraylar düştüğümde atlastan
Senin kollarında bir yer ummak adına ezberlediğim dualardan
Amber dökündüğüm misk süründüğüm kandiller gelir ardıma
Göğsüme doluşun nefessiz bırakışın beni, seni yeniden solumak için
Sana muhtaçlığımı andıkça beni deryalarda gezdiren kuş gibi
Andıkça seni kıyılara vuran dalga gibi kaplar yeryüzünü gözlerim
Sen ne müthiş bir isimsin her dakika katında yoğruldukça
Ümmetine verdiğin koskoca dünyalarda atom ve helyum gazı
Arabistan çöllerinden kum Sultan Ahmet’te güvercin olurum sana
Kurban olurum sana kurban; senin o ismin tesbihatım oldukça

Yaprağın cami avlusunda gezinen halidir sonbahar
İlkbaharı bize besmeleyle taşır ve dağ o dağ bizim dağlarımız
Seninle; dervişlerin kara beyaz yeşil dervişlerin
Salâvat dediğinde içimizde boy boy yürüyen Mekkeli nefesin
Seninle o kara beyaz yeşil dervişlerin ellerinden
Bir zemzem gelir İsmail’den ta Hacer’den..
Tadımıza yerleşir içeriz her yeri kurcalayan huysuz
Bakışlarımız ehlileşir…

Yorgunuz dedikçe bizi hacca İbrahim’e çağıran tahiyyat
Genleşen eski ve kıtaların ortasında gemiler dolusu tahiyyat
Birleşir yaralarımızdan akan, senin büyüten ayakkabılar alan
Pardösüler giydiren donatan bir ışık gibi içimi ısıtan ocağında
Dilenmek dilemektir seni, ki yaraşır aşka
Seni dilemek ve davet, altından zebercetten ve elmastan aşka
Seni dilemek dilim dilim yarılarak ateşten aşka
Kucak açar bizi dileyip yapayalnız bakışlarımızı sahiplenen kolların
Kıyıda uyuyan gölgelerde oturan evlerimiz içinde
Seninle yeniden yine bütün ekâbire hükmederiz
Baş eğer parmaklarını füzelerle besleyen yabaniler.

Yirminci yüzyılda kapımızı çalan yirmi birinci yüzyılda
Sana bir sevda yemini masum bir o kadar deli senin çılgının
Bir o kadar senden bakışlarınla dolduğum hatme-i haceganda
Sarıyoruz giyiyoruz zırhlarımızı sen efendimiz oldukça
Sen bizimle oldukça Medine bizi mektupsuz bırakmaz…

Gökdelenler dolusu şehirlerin içinde rüzgâra karşı kapanan kirpiklerim
Nasıl sırılsıklam andı seni bir bilsen kenarlarda kalan kimsesizliğim
Çaresizdim ey nebi dilimin söyleyemediği çaresizliğimi mesh eden
Yalnızca sendin..

Adını dudaklarıma yerleştirdim andıkça yürüyor kalbim
Andıkça tazeleniyorum andıkça seninim ruhuma yerleştirdiğim
İlaç gibi dökülüyor isminin harfleri ağzımdan düştükçe tekrar topluyorum
Topluyorum topluyorum sonsuzca topluyorum
Nebim var benim diyorum su gibi kana kana içiyorum
Şımarıyorum; kalabalıkta fark etmen için habire zıplıyorum
Boyum çok küçük endamım zayıf önümde ne büyükler var daha
Şımarıyorum milyonların içinde beni fark etmen için nefesime aldırdığım yok
Beni görüyor musun ya resulallah
Beni görüyor musun?

Zerrelerimle sana yalnız sana sarılıyorum…


Mehmet Habil Tecimen

17 Ocak 2014 Cuma

Mehmet İsminde Buluşmak



Müslümanların hangileri olur bunlar, bilmem. Ama birçok Müslüman (?)  ahrete vardığında çok şaşıracak. Belki   bir kısmı, Müslüman olmamış olduğunu anlayacak.  Tarifsiz, böylesi bir şokla karşı karşıya kalması büyük bir olasılık, modern Müslümanlık tipinin. Masumiyetin, açıklığın frekansları dışında kalmak olacak sanırım bu tipin kaderi. Kimlerin yeryüzü hayatı, ahrette onurlanacak; kimlerin cennet hayali suya düşecek göreceğiz elbet bunları. Mesela, Doğu’da birbirini doğrayıp izzetlerini karşılıklı yerle bir eden dini örgütlerin hangisi cennete kabul edilecek? Türkiye’de biri diğerinin ya da devletin kuyusunu kazan cemaatlerin hangileri gerçekten hak sahibi olacak?  Burada susmak lazım. Bu soruların cevaplarını ‘hak gününe' ulaşmadan vermek gerçekten güç.

Asrımız ne ki, hem overdoz  Müslümanlık hem de Müslümansız Müslümanlık çağı gibi. Yani vasat olan, sağlıklı, orta yolda yürüyen Müslüman pek az.  Doğal bir dünya hayatında doğal ve  serince bir İslam hayatı yaşamıyoruz. Ruhbanların ve ölçüsüz liberallerin  elinde şekillendirilmeye çalışılan bir İslam şekli var. Ruhbanca bir tavırla sera etkisi oluşturarak İslam’a talip olanlar, içe kapanıp, barok tarzı kara bir suret ve tekinsiz bir işleyişle toplumdan uzaklaşırken; liberaller de işin suyunu çıkartıp işin özünde ne nas ne de ilke bırakıyorlar.  Velhasıl  İslam, onu ılımlılaştırmak isteyenlerle, İslami hayatı değişik örgüt yapılarına dönüştürmek isteyen iki karanlık mantık arasında  çekiştirilip duruluyor.  Üstelik bu iki dindarlık çeşidi oldukça da ilgi görüyor ve onların geleceğine yatırım yapılmaya devam ediliyor. Yani halkça ve ortakça  yaşanılan geniş perspektifli İslami hayat tarzı ışığını giderek çekiyor gibi. Bu da İslami hayatı  global ve özel grupların elinde şekillenen projelere dönüştürüyor.  Ruhban din adamları ve global grupların elinde  başka bir İslam algısının ortaya çıkmasına yol açıyor.  Aynı kesimler için, doğrunun ve yanlışın birbirine karıştığı, doğrunun istenildiği zaman halk gözünde üslup sihirbazlığıyla eğilip büküldüğü bukalemun felsefesi etkisi içinde kendi kalesinin taşlarını sağlamlaştırma daha önemli . Buradan müspet bir sonuç çıkar mı? Bence çıkmaz. Temiz bir tarafın çıkması mümkün mü? O da olası gözükmüyor. Çünkü dinden ziyade cemaat ya da grupların ayakta kalması daha ön plandadır. Cuma namazları dışında camilerin boş kalıp, apartman katlarında hücre mescitlerinin dolması bunun şahididir.  Artık Doğu’da mümin  kardeş kavramı yok ediliyor,  öldürülüyor.  Yerine cemaat kardeşliği inşa ediliyor. Kısacası ayrılıklar git gide kılcal damarlara doğru da kayıyor.

Burada ne yapabiliriz ?  Belki şunu.   Camilerde, diğer ifadeyle de bizim tam merkezimize oturacak ‘tarihi, iman ve kültür özeti ismimiz (M. H. Tecimen)* olan MEHMET adında buluşmak.

Yeprem TÜRK





11 Ocak 2014 Cumartesi

Ali Bulaç'ın Kağıttan Gemileri


Ali Bulaç’ın Zaman Gazetesindeki yazıları çoğu kez saçmalamaya varıyor. Sanırım okuyucuya pek ihtiramı yok Ali Bulaç’ın.  Çünkü çağın olay ve olgularını Ali Bulaç, çoğu kez  mantık dışı ölçülere vurarak yorumluyor. Ali Bulaç, cemaat dışındaki halkla pek içli dışlı değil büyük olasılıkla, ondan yorumlarında bu derece soyut, aristokrat kalıyor. Mesela 11. 01. 2014. Tarihli yazısında Ali Bulaç, ‘…İran Kisra’sı, tanrı olduğunu iddia eden Roma’nın Sezar’ı veya Mısırın Firavun’u, ruhu gibi bedeni de kutsal sayılan Avrupalı monark birer insandı. Bundan hareketle krallar  ‘kanun benim veya devlet benim diyebiliyorlardı’  şeklinde yazmış.  Aslında bunun son olaylardan yola çıkarak Recep Tayyip Erdoğan’ ı tarif şekli olduğu belli.  Oysa bunları okuyan okuyucu, Tayyip Erdoğan’ın herhangi bir aristokrat bağla orada olmadığını bilir. Yani orada olmasına halk olarak kendisi karar verdiği için Tayyip Erdoğan bugün başbakandır. İstediği zaman,  oy vermeyerek onu  oradan göndereceğinin bilincindedir. Ne alaka var şimdi yani, Erdoğan ile Sezar ya da Firavun arasında. Sezar sandıktan mı çıktı? Ya da bu ümmet kendisine bir Firavun'dan bir başbakan seçeçek kadar cahil mi, omurgasız mı? Bunu mu demek istiyor Bulaç? Bu bir bilgi ve üslup hinliğidir, Ali Bulaç adına. Üstelik şunun hatırlatılması gerekecek, Bulaç’a. Ama önce birkaç cümlesini daha buraya eklemem lazım. ‘Allah şerik kabul etmez, devletinse toplumsal gruplar sayısınca şeriki vardır.’ Toplumsal gruplar derken ama Ali Bulaç, tarihi bu kez öncekinin tersine konuşturuyor.  Toplumsal grupları bir bakıma derebeylik şeklinde konumlandırıyor.  Sezar kötü, derebeylik iyi.   Ali Bulaç’ın yazıları artık başka bir amaca hizmet ediyor gibi. Bu da ister istemez kaleminin dengesini sarsıyor. Üstelik Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren  cemaat-mezhep liderlerinin  kendi çaplarında birer Müslüman önderler, derebeylikler olarak iş görmesini es geçiyor.  Tayyip Erdoğan’a destek verenlerin ‘Siyasetteki mürşidim halkın oyudur’ anlamında hareket ettiklerini anlamak istemiyor.


Y.T.

4 Ocak 2014 Cumartesi

DEĞİNİ



İlk sayımızda, ilk söyleşi konuğu Mehmet Habil Tecimen’dir. Konu ise şair ve devlettir: Büyük Devlet Olma Şuurunu Şair Verir.  İlber Ortaylı’nın bir televizyon programında söylediği ‘şiir devlet kuramaz, şair bu tip işlerle uğraşamaz’ cümlesi çerçevesinde, ona cevap olarak gelişti sohbet. Cumhuriyet lafzını ilk kullanan kişinin bizde Namık Kemal olduğu da hatırlatılmalı bu arada. Söyleşi bu konulara ışık tutuyor. Gerisini dergiden okuyabilirsiniz.  Habil Tecimen’e gelince, Tecimen altı yıl Amerika’da kalmış, eğitim görmüş, bu konuları doğu ve batı okumalarıyla çok yönlü kuşatan bir birikime sahiptir. Türkiye’de gerçekten sayılı entelektüellerden biridir. Üç dile kuvvetli derecede hakimdir. Onunla bir saat oturup konuşmanız, bunu anlamaya yeterlidir. İşini bilenleri edebiyat dünyası pek merkeze taşımadı son on yıldır.  Bu da pek çok kayba yol açtı. Ortamı çoraklaştırdı. Mehmet Habil Tecimen, Kuruluş dergisi adına önemli bir keşiftir. Paramiliter edebiyat, doğunun  ve batının bilgi ve kültürünü yorumlama açısından bütüncül bir kafa yapısına sahiptir. Bizim için önemli bir üstattır.

Kuruluş’un ilk sayıdaki tavrına gelince ise şöyle konuşabiliriz. İnsanı bir göğüs darlığı kapladığı zaman, eskiden mağaralara gidilirdi ya da dağlara çıkılırdı. Yunus Emre, Karac’oğlan gibi birçokları soluğu dağlarda aldı, bu yüzden.  Kimisi mayasını dağların temiz havasıyla tazelemek için çıktı dağlara.  Kimisi de tekrar inmek için. Kimi de kendine hayat hakkı tanımayanları protesto etmek için. Kuruluş ise Doğu insanın durumuna çok acımıştır. Paramparçayız, bilinmiştir.  Kuruluş, bu bağlamda hem bir çıkma hem de bir inmedir.

NOT:  M.D. şiir kitabı, ilk sayımızla beraber dağıtılacaktır. Derginin ekidir. Salı günü dağıtıma verilecektir.


Y.T.

16 Aralık 2013 Pazartesi

MİNYATÜR RUHLULAR DİYARI: CUMHURİYET

Cumhuriyet için hep söylerim. Gerekirse bir kere daha söyleyelim. Cumhuriyet denilen rejim, mayası icabı  evvelinde de ahirinde de tek kişiliklidir ya da tek şeritlidir. Nesebine tek bir bağla bağlanılabilen bir ailedir de çoğu kez cumhuriyet. Tek fıtratlıdır. Devlete dönüşmedikçe cumhuriyet, medeniyet denilen pazılın küçük bir bölümü halinde kalıyor. Doğu'daki cumhuriyetlerde yaşayan insanlar adına söylersek, hepsi bir tarafı açıkta kalan kontesler gibidirler şu an. Bu yapının içine devletçi düşünenler de Allah’a itaat edenler de sığmıyorlar. Çünkü Allah’a tam iman edenler, karakter olarak bir dünya klasiği insanlar olup çıkıveriyorlar. Belirli dönemin ve rejimin adamları değil de geniş zamanlı, zengin ve iri mekanlı insanlar yapıyor çünkü kuvvetli bir iman sahibi olmak insanı. Sonra, cumhuriyet Türkiye’sine  de Bangladeş cumhuriyetine de sığmıyor tabi  bu adam. Hatırlıyor musunuz bilmiyorum? Sezai Karakoç’un bir zamanlar şiirimiz için kullandığı bir ifade var.  Diyordu ki Sezai Karakoç, büyük ya da kalın kolonlu bir iskelete sahip bir bünyeyi daracık bir odaya hapsetmektir, günümüz sanatının işlevi (K.C). Yeni şiir de yeni insan tipi de cumhuriyette genelde bu anlama tekabül eder. Yani hayat teknik bir mesele olmaya, küçük imajların esiri sayılabilecek insanların oluşturacağı bir yere doğru gider. Etkisiz şarkılar, ucuz hesaplar, hesapçı kulluk, bir dağın arkasına aşamayan ufuk kısalmaları bir bakıma cumhuriyet tipi sistemin insan üzerinde bıraktığı tipik etkilerdir. 
Ve böylece dünyanın da insanın da her yönden ufağı öne çıkmış oluyor.  Ve minyatür ruhlular diyarı diyebileceğimiz bir yer de kendiliğinden beliriyor zaten.

Kalbi ve kulluğu yiğit, duygu ve zeka bakımından sağlıklı insanlar nereye gidiyor peki? Onlara nasıl bir muamele layık görülüyor? Onlarsa hayatın arka sokaklarına itiliyor, onlar göz önünde bulunmasın isteniyor. Çünkü göz, görür ve döller sahibini. Yani başkalarını etkilerler yahut uçucu vitaminler gibi besler bu insanlar kendilerini görenleri. Bir dervişte ya da iyi bir alimde gözle görülmeyen, ağızdan alınmadan  alınan gıdalar bulunur. Buna feyiz deniyor bizde. Bundandır cumhuriyetin tarihçesinde feyzin ve ışığın en çok parladığı yerler ara ya da arka sokaklar olmuştur. Bu yargıya örnek getirmeye gerek var mı bilmiyorum. Sezai Karakoç’un da, İsmet Özel’in de birçok dizesinde bu gerçeğe rastlanılabilir. Arka sokaklara kapatamadığı ya da tecrit edemediği insanları ise  cumhuriyet algısı, sürgün veya idam ediyor birkaç yüzyıldır Doğu'da. Rahmetli  Abdulkadir Molla da böylesi bir zihniyet tarafından şehit edilmiştir. Çünkü cumhuriyet halesi onu kapsayamamış, dünyadan dışarı fırlatmıştır. Allah gani gani rahmet eylesin.

Y.T.




1 Aralık 2013 Pazar

DEĞİNİ




Dergah dergisinin son sayısında, 285, Zeynep Arkan’a ait Muhalif Modernistin Çöküşü Enteresandır, adlı bir şiir var. Bir de Atakan Yavuz’un İmge Hakikatin Lekesidir adlı bir metni. İkisi de, biri şiir diğeri nesir olmasına rağmen bazı yönlerden kesişiyor. Eski düşünme alışkanlıklarına sahiptir öncelikle iki metin de. Zeynep Arkan’ın şiiri, şiirdeki bir tükenişi haber verirken Atakan Yavuz’un metni de eleştiri bazında bir bakıma aynı şeyi yapıyor. 
Neyi?
Zeynep Arkan neo-epik şiir yazmış. Bağırmış, çağırmış üstelik. Sürdürülebilir bir lüks nereye kadar yol üstünde melek bulup eve götüren gibi dizelerle bir zamanlar Heves dergisinde şiir yayımlayan ve şu an adını dahi hatırlayamadığımız çocukların söz kurma kumaşını hatıra getiriyor. Kendi çapları kendileriyle sınırla olan ergenlik şikayetleri sayılır bunlar, şiirden ziyade. Çünkü artık neyine göre konuştuğunun pek önemi yok, neye göre konuştuğun daha önemli.
Bir de tabi neo-epik şiirde iki ufuk vardı. Bunlar dillendirildi.Biri M.D.dir. Öbürü Kuruluş dergisinde yazıyor.  Onlardan daha önemli, daha hayati bir şeyler söyleyemez artık neo-epik şiir. Veya günümüz şiiri.  İkinci Yeni şiirinden sonra ortaya çıkan tek akım olan neo-epik şiir buraya kadar yani. Bunlar, Ocak,2014, Kuruluş, sayı 1’de.
Bu arada Tayyip Erdoğan’ı unutmamak gerekir. Şairlerin yapamadığını o yaptı.  AK Parti'den sonra bu ülkede birçok şey değişti. Ve bu değişiklik algıda, yaşamda ve şiirde farklılaşmaya yol açtı. Bir şey daha söylesem belki inanmazsınız. Son yıllarda bizde, önceki şiiri sonraki şairler ortadan kaldırmıyor. Bunu şairler yerine siyasetçiler yapıyor. Mesela son olanlardan sonra, sorayım size. Bir zamanlar Kürtçülük üzerinden şiir yazan Bejan Matur, Selim Temo gibi isimler neredeler? Kürtçülük bitirildi ve bu şairler ekarte edildiler.  Ama bu sadece bu isimlerle sınırlı değil.
Neyse.
Atakan Yavuz’un metnine gelirsek, İmge Hakikatin Lekesidir güzel bir metin. Öğretici de. İmge konusunda güzel bir yere parmak basmış. Ancak metinde geçen insanları avm’lere, yaşlıları hastanelere, hastaları kliniğe kapatan çağın bu tür işlerine Yavuz ‘büyük kapatılma’ şeklinde adlandırmış. Doğrudur. Ama ‘büyük kapatılma’ ibaresi mesela Türkçe kelimelerle yazılmış olmasına rağmen ruh olarak Türkçe bir tamlama değildir. Buna benzer birçok deyiş var Yavuz’un yazısında. Sanırım şimdilik, yapılan son Tanpınarlıklardır bunlar. Ne diyelim. Bitmesini dileyelim.



Yeprem TÜRK