24 Şubat 2017 Cuma

SÖYLEŞİ

YEPREM TÜRK İLE SÖYLEŞME
____________________________________________

Mehmet Yenice



                   
Yeni kitabınız çıktı hayırlı olsun.

 Sağolasınız.

Bir yıl içinde iki şiir kitabı çıkardınız.  Biri : Ben Milletimde Muhammed’in Cemalini Gördüm, diğeri : 15 Temmuz’a YAKMA.

Yazılması gerekince yazılan şeylerdir, ikisi de. Türkiye’de de son bir yılda çok önemli olaylar oldu. Değişiklikler meydana geldi. Türkiye onlarca yılın biriken siyasi ve kültürel kirlilikleri üzerinden atmak için aynı sene içinde on yıllarca göstereceği çabayı bu kısa sürede göstermek zorunda kaldı. Yeni bir Türkiye daha doğrusu ihya olan bir Türkiye var, bir millet var. 15 Temmuz bu durumun miladıdır. Bu iki kitabı bu manada görmek lazım.  Böyle bakarsak bir yıl içinde iki kitap çok değil.

Ben Milletim’de Muhammed’in Cemali’ni Gördüm’ üzerine ...

Bir şeyler dememi istiyorsunuz. Bu biraz da siz yapmalısınız. Ancak şunu söylemem iyi olur. Bizim için asli kaynağımızdır, bu kutlu cemal.

YAKMA, beklenmeyen bir kitaptı.

Benim için de öyleydi.15 Temmuz’a YAKMA da 15 Temmuz’a yakmadır. Beni en çok burkan kitabım. 15 Temmuz manası halkımız gibi dünyada garip bırakıldı. Bu beni sarstı.
Bu şiir kitabının bende ilginç bir ağırlığı var. Bu kitabı yazmayı, bana verilmiş bir görev gibi hissediyorum. Manevi alemimin vazifelendirmesi olabilir, bu şey. İlginç bir de hikayesi var kitabın. En son, şiir kitabımı yeni çıkardığımdan olsa gerek uzunca bir dönem şiir yazacağımı düşünmüyordum. En azından üç beş ay şiire dokunmamakta karar kılmıştım. Ama beni 15 Temmuz’un garipliği üzüyordu. 15 Temmuz ruhunun şiirde daha tam olarak anlamı belirginleşmemişti. Belki de bu dert, bu ilhamı bana doğru yöneltti. O aralar Osman Serhat ile çok buluşuyorduk. Osman Serhat’ın  ‘Yeprem seni ilk kez bu kadar çok garip, boynu bükük görüyorum, bir şey mi oldu’ dediğini hatırlıyorum. O gece Sezai Karakoç’u rüyamda gördüm. Bir masa etrafındaydık, 15 Temmuz bağlamında konuşuyorduk. Elindeki küçük kağıda bir dize yazdı ve bana uzattı. İki gün içinde bu ilhamla baş başa kaldım.
Bu şiirlerin tümü aynı ilham çerçevesinden damladı. Hepsi aslında bir bütün.  Ayrı, birbirlerinden kopuk  parçaların olduğunu düşünmüyorum şiirde. Eğer öyle sananlar varsa, hepsi 15 Temmuz ruhundan damlayan ilhamla mutlaka bir bağ taşımaktadır. İyi bakılmalı.

Kuruluş dergisi devam ediyor. Önümüzdeki ay sayı 19 olacak.

Evet, Kuruluş devam edebildiği kadar devam eder. Etmelidir de. Günümüzün dergileri genelde belli sermaye sahiplerinin gölgesi altında çıkıyor. Bu da dergiyi istediğini söyleyebilme konusunda kısıtlıyor. Düşünün ben Mehmetli Milletiyiz, dediğim hiçbir yazıyı o çevreler yayımlamamıştır. Mehmet ismini İsmet Özel’e sorarsanız Muhammed ismine karşı Yahudiler çıkarmıştır. İlahi. Bazı dergi muhitleri hala bu söze inanıyor biliyorum. Bari Komünist olmadan Müslüman olunmaz şeysine de inansınlar. İslam’a yeni şart eklesinler. Oysa biz 9. yüzyılda, ..., Viyana kuşatmasında söylüyorduk Muhammed’in Mehmedileri olduğumuzu. 
Dediğim gibi gençlere gelecekte cesaret vermek istiyorum bu konuda. Ya da sermaye dayanağı olmadan doğruyu konuşup yazabilme kuvveti. Ne demiş şair ‘Kalemimin ucundaki cesaretim/ Terbiyeli rızkım benim’

Sermeye çevreli edebiyat masumiyetini ve temizliğini yitiriyor mu acaba?

Şiir ve fikir temiz kundak ister. Rızkı temiz olmayan bir şiirin veya fikrin insanlığa hayır getireceğini bekleyemeyiz. Yunus’un şiir ve düşünce nasibi ne kadar aydınlık ve emek ürünüdür mesela. O kadar da orijinaldir.  Her şeyin yerinde ağır olmasından kaynaklanıyor, bu. Yunus, saray çevrelerinde yetişmedi biliyorsunuz. Kendi yerindeydi, sözü de yerinde oldu.

Nasıl yani?

Yani şiirin bir yeri var, bizde. Yetiştiği tarla diyelim biz buna. Siyasi şiir de olsa bu böyledir, pastoral şiir de olsa öyledir. Milletin geleneksel şiir damağı zaten bunu hemen fark ediyor. Toplumsalın da bireyselin de  istediği kriter bu. Manevi bir kuluçka gibi sıcaklık,  elif gibi doğruluk. 

Bir de sizin imgeye olan mesafeniz aşikar olmuş son kitapta. İmge ile metafiziği ‘kurgu ve nefes’ şeklinde ayırmışsınız.

Geçenlerde bir şiir yazmak istedim. İmgeyi aldım yanıma yola çıktım. Dedim ki imgeye, işte millet, onun halinden bize bir şey anlat.
Başladı, gözlerini sil milletim/ yaşların düşüp kırılacak, gibi dizeler kurmaya. Gerçeği bozdu gördüm. Ancak bitkilerin gözyaşları düşünce kırılabilir.
İmgeyle değil bizim milletimizin hali ancak metafizikle anlatılabilir.
Aslında her daim ikisi de,  birbirinden ayrı olmuştur. Sezai Karakoç örneğin Hıristiyanların İsa’yı asli temelinden kopardıklarını ona ayrı bir anlam yüklediklerini söyler. Bu şu demek, metafizik yerine Batı’da imge konuşlandırılmıştır. Nefes yerine de kurgu. Gerçi bunlar bizim Batı düşüncesi ile olan temel farklılıklarımızdır. Savaşlarımızda ve günlük hayatlarımızda da biz bunu hissederiz. Batı dünyasının resimde bizde önde olma sebeplerinden biri de budur. Nefes resme gelmez, imge ise tamamen resimseldir. Elbette onlar resimde üstünseler yani kurguda iyiyseler; biz de başka şeylerde onlardan yüksekteyiz. Nefes’i iyi kullanan bir milletiz. Batı insanı bu konuda hızımıza yetişemez. Nefes resim sanatına gelmiyor, yapacak bir şey çok. Nefes alanında yeni çığırlar açmamız gerekir. Kısacası dünya tarihini bile ikiye bölmek mümkündür. Bu katiyen medeniyetler çatışması dediğimiz bir alan yaratmak değil. Olsa olsa farklılıkları bulmaktır. Batı tarihi bir kurgu tarihidir. Bizim aziz tarihimiz bir nefes tarihidir. Bedir Savası, bir nefes gazasıdır.

Son kitabınızda referanslar daha çok Yunus bağlamında olmuş. Birçok modern şairimiz örneğin Ali Şeriati’yi falan şiirlerinde kullanırken siz bunlardan kaçınıyorsunuz.

Bence, şiirimin yapısından kaynaklanan bir şey bu. Refere kaynaklarım Yunus oluyor, Mevlana hatta İbn-i Arabi oluyor ama Ali Şeriati şiirimin aklına pek gelmiyor. Baktım Aliya İzzetbegoviç bile geçmemiş şiirlerimde.
Doğu ve Batı arasında İslam  ve İslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuş’un Sorunları’ gibi önemli kitapların yazarı Aliya İzzetbegoviç’in  gelenek ve tarihi bir zindan olarak görmesi ilginç. Ali Şeriati de aslında tarih için böyle düşünür.  Batı’da yetişip sonra ülkelerine dönen İslam alim ve liderlerin çoğunda aynı düşünce hakim. Oysa bir milleti ve medeniyeti ayakta tutan sütunlardan biri de tarihtir. Gelenektir.
Mevlana ve Iraki’de de benzer temalar aynı fonda işlenmiştir. Örneğin onlar da bir yerde tarihi, coğrafyayı ve insanın kendisini insana zindan şeklinde kodlamışlardır. Ancak bu bir Seyr -i Süluk tecrübesidir.
Millet yolunda gelenek, göz açan, yerini bulman için geriden ışık olarak yanan bir şeydir.
Sanırım İslam aleminin modern alimlerine olan güven daha tam yerine oturmadı. Gelenekle tam olarak sınanmadılar, onlar. Yani onların söylediklerinin sağlamaları yapılmadı. Onları şiirimde kullanmamışsam biraz da bundandır.

Sice zarf mı mazruf mu?

Bir ara sırf mazrufa önem veriyordum. Hayatımda şiirimde ve fikrimde. Artık her ikisinin de önemli olduğunu anladığım zamanlara erdim. Dergilerimin ve kitaplarımın kapaklarını dahi matbaacı istediği şekilde yapmıştır. Onlara o kadar da dikkat etmemişim yani. Tabi ki daha çok mazrufa dikkat edilmeli. Zarfın düzeltilmesi çabuk olur da mazruf yanlışsa bunu telafi etmek neredeyse imkansızdır. Sonuçta her şeyi güzel yapmak gerekir. Bilirsiniz;  Allah güzeldir güzeli sever demek bizde bir medeniyet mesleğidir.

Şiire görev biçenlerdensiniz?

Otun bile bir görevi varken, otu küçümseme manasında getirmiyorum lafı, şiirin niye olmasın. Ben, şiirimin millet mesaisi yapmasını istedim. Mesela milletinin işlerinde koşturmaya başladığında el kadar olan şiiri  ümmetin işlerine koştura koştura kocalsın. Zaten şairlik geleneği biz de bundan başka bir şey murat etmemiştir.

Şiirlerinizde günün şairlerinin aksine asabiyenin gücüne inanan bir tarafınız var? Yazılarınızda da buna dikkat çektiniz.

Asabiyye yanlış anlaşılan bir şeydir. Asabiyyeyi sırf hayvani geometri gibi görülemez. Asabiyye canlılık belirtisidir. Sezai Karakoç’un Kıyamet Aşısı adlı kitabını bu konunun anlaşılması için salık veririm. Süt kandan başlar, dönüşür, süt berraklığına ulaşır. Her süt kandan çıkıp gelir. Kan asabiyeyi, sütse medeniyeti temsil eder. Süt gibi temiz, sade, açık bir meyveye ulaşmak için kan gibi bir karışıma, karanlığa muhtaçsınız. Kan yoksa asabiye yoksa kan da süt de yoktur. İstanbul ve Bağdat’ın geçmişine baktığınızda tarihin en güzel anlarının bu dönüşümün iyi yapıldığı zamanlara denk geldiğini görecekseniz. Beytül Hikmet örneğin. İnsanlığın kandan süte doğru yaptığı bir yolculuktan başka bir şey değildir. Bu manayı bizde Sezai Karakoç enfes bir şekilde anlatmıştır. İnşa etmiştir. Sezai Karakoç’un şiiri tamamen bir süt şiiridir. Örneğin Cahit Zarifoğlu ise toplumsal bazda değil ama bireysel bazda bu yolculuğu, bu kandan süte evrilişi müthişçe söylemiştir. Çoğu şair, onun kandan süte geliş gidişlerle söylediği şiirleri erotizma olarak yanlış yorumlamıştır. Cahit Zarifoğlu’nda oysa kanın durumu sütün durumu kanın süte geçmesinin durumları vardır. Beyaz haberlerim vardır, bir Cahit Zarifoğlu söylemesidir. Kanın karanlığından durulu durula terbiye edile edile gelesi bir beyaz haberdir bu.

Dünyada şiirin geleceği nedir? Ne olur? Önemli midir hala?

Kısa vadelerde değil ama uzun vadelerde şiir her zaman önemlidir. Şiir, tür  olarak ne arkaik o tarihsel kıymetini ne de etkileme gücünü düşürecektir. Şiir, şiirdir hep. Ancak şiirin gerilediği veya yükseldiği topraklar olacaktır. Şiir türleri arasında geliş gidişler olacaktır. Büyük ırmaklar belki kısa süreliğine kesilip akamete uğrayacaktır. Ancak sonra yine sürüşünü devam ettirecektir. Örneğin İran şiiri, eskisinin yanında neredeyse modern anlamda yok gibi. Son zamanlarda İran şiiri natürmort sahaya yönelmiştir genelce, o eski derinliğiniyse yitirmiştir. Gerçi son iki yüz senedir şairlerimiz, Batı dünyasının hem ekonomik hem emperyal olarak dünyaya verdiği tahribatı haykırmayı kendine görev bilmişlerdir. Yani Batı, şairin yönünü iç dünyadan dış aleme çekmiştir. Doğu, şiiri son yüzyılını Batı’nın yıkıcı tarafını haykırmaktan fırsat bulup da daha varoluşsal kaygılara geçememiştir. Ancak böyle de olsa şiirin kadim bir  hikayesi vardır ve bu, sürüp gider.

Şiirlerinizde ilginç bir sesiniz var? Sizden daha önceki şairlerin sesine pek benzemiyor.

Zaten ben şiirde, bunu dilerdim. Öyle olmuşsa sevincim vardır şiirim adına. Gerçi şiirimdeki ses nasıl bir şey? Ben biliyorum. Dilimle ve kafamla tadıyorum. Hatta bir meyveye daha da olmazsa bir ağaca bile benzetebilirim sesimi. Ama bunu söylersem sırrım bozulur. Bu ağaç da meyve de duygusal bir ağaçtır. Ne de olsa her fikrin altında bir duygu, duyu vardır. Öyle olmalıdır.

Şiir kitaplarınızı sırasıyla ve adlarıyla toparlamak isterseniz?

İsteyeyim. Önemli Olan, şahsi kişilikten devlete doğru giden bir yürümenin eseridir. M.D., adlı şiir kitabım, devletimin kadim rengiyle ilgilidir. M.D., Mehmedi Devlet, demektir. Açıkça söylersek Hz. Muhammed’den bu yana bizim devletlerimiz Mehmedi bir damarla daim olmuşlardır. Artık Türkiye de Mehmedi bir devlettir. Bunları söylemek istedim. Şiir diliyle tabi.  Ben Milletimde Muhammedin Cemalini Gördüm isimli eserim, aynı rengi milletimize yansıtmakla ilgilidir. Son kitabımız ise son kurtuluş savaşımız 15 Temmuz Direnişi’nin dünyasında gezinmedir. Bazı yerlerindeki şiirlerle de onun tarihsel olarak konumunu saptamaktır. Ümmete, devletime, milletime, şehitlerimize olan borçlarımdır sonraki üç kitap da. Bundan sonra ne yaparım. Ara ara politik şiir ancak daha çok ilahiler yazmak istiyorum. Şiirimce ilahiler olmasını da arzularım.




18 Şubat 2017 Cumartesi

Veda Rızkı


Bir gün olur Kuruluş’un son sayısı
Duyar on sekiz bin alemin edebi kamusu
Çekerim kelemi piyasadan ebedi
Bu dünyadan kimseye değil
Rabbime göstermeye yazarım metinlerimi


Y.Türk

Cahit Zarifoğlu ve Yaşamak

Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı eseri aslında  hayatın kısa kısa yapılmış bir tefsiri. Bombalardan tutun ekmeğe, büyük siyasi düzlemlerden korkunun en küçük parçasına kadar inen bir yorum alanı ve çeşidi.
Kitaptan okuduğuma göre kendisi, bunları ortaya çıkaran, konuşan, tevil eden bir araç. Büyük ihtimalle onun bakış açısına göre insan da öyledir. Çünkü şair olarak kendisini bir televizyona benzetir. Anlatırım, gösteririm, ancak nasıl gösterdiğimi söyleyemem, der. Sanırım bu özelliğinin ağır basmasından olsa gerek şiiri hakkında konuşmayı pek sevmez.
Örneğin Güney ve Kuzey Kore Savaşı’nın ve Vietnam’ın anlamsızlığını anlatırken kitapta, bütün bunlara sebep olan bir şeytan tüyüdür, demek ister. İnsanın özüne inerek meseleye dokunur. Yani o kadar ölü o kadar kan, bir tüyden. Ve sebep ki o kadar kıldan. Ve şairin bunun karşısında insan adına  konuşan düş kırıklığı var.  Metinleri de kendisi gibi bir bakıma. Dünyayı bilerek  ve ona şahit olarak anlatan şiirleri, nesirleri kadar kırgın. Kendisini araç olarak addedmesi, belki bunlara dayanamayacağı endişeydi korkusuydu, bilmiyorum.
 Ona göre kötüler de iyiler gibi bir ölüp bin çoğalıyor. Habil soyu kadar Kabil’in kökleri de derin bir kalpte atıyor.
Bu kitapta, Cahit Zarifoğlu’nun nesnelere bakış açısının edebi bir tarifinin yapılması da zor. Cahit Zarifoğlu için nesne, kadim madenlerin değişik çağlardaki hayat bulma şekillerinin toplamı. Un; ekmek, kurabiye gibi çağın değişen  yiyecek adlarının adını çoğaltsa da altında tek bir isim vardır. Temel gıda Buğday. Yine buğdayın başka çeşitleri: Pirinç, arpa, çavdar. Yani bunlar, dünyanın ilk günlerinde insanlara verilen temel rızıklar, farklılaşmıyor sadece değişik şekillere bürünüp yoluna devam ediyor.
Araçlar için de aynı şey vakidir. Tüm modern gereçler dünyanın içine saklı bir bünyedeki cevherlerden meydana geliyor, zamanın içinde bulunan terkibe ve felsefeye göre şekil buluyor.
 Aslında Zarifoğlu için söz de böyle bir şeydir. Tanrı’nın Adem’e öğrettiklerinin farklı coğrafya ve kişiliklerde  çoğaltımıdır. Bazı yerlerde sert kimi bölgelerde yumuşak.
Bana öyle gelir ki, Zarifoğlu  bu metinleri, nesir felsefesi içinde yazmaz. Şiir için kullandığı, özel bir  düzenekte düşünür. Mesela o düzenekte kelimelerden oluşan garip şekiller var. Bunları o yapmıştır. Bu şekiller nelerdir?. Bunları biz bilmiyoruz. Hani otuz senede bir nesil, tarz, sokak değişir derler? Bunları gideren şeyler. Zamanın aslında dışardan geçtiği gibi geçmediğini sezdiren ve  vaktin içine doğru  gidildiğinde birtakım şifreler veya insani cevherler ve yeteneklerle karşılaşacağımızı kulağa fısıldayan birtakım özel çizgiler. O şekillerin gölgesi altında örneğin bir karpuz; kabuğu olmayan bir karpuza dönüşür. Bu karpuzun bir dilimi hicretten öncede bir dilimi de modern zamanlardan gözükebilir.
Ben bunu, Cahit Zarifoğlu’nun, görsellikle başlayan çağın dilini bizim gibi nefesle konuşmaya çalışan bir milletin diline tevil etmeye çalışması olarak isimlendiriyorum.
Cahit Zarifoğlu şiirinin, Türk şiir tarihinin Cahit Zarifoğlu’na kadar görmediği bir tecrübe olması büyük ihtimalle bundan.


Y.Türk




9 Şubat 2017 Perşembe

Ekoller

Son yüz yıl içinde yetişen alimlerimizin Türkiye’ye, İslam alemine yeterli katkı sunamayışları hep dikkat çekmiştir.
Açıkçası İslam dünyasını yerellikten cihanşümul manaya ulaştıran, medreselerin, ekollerin ve felsefelerin ışığının zayıflamasının bunda büyük rolü vardır.
Örneğin, Nizamı Mülk ve Sahn-ı Seman  medreseleriyle devam eden İslam ekolünün ve felsefesinin eski parlaklığından uzak olması bu eksikliği fazlasıyla hissettiriyor.
Bugün dünya üzerinde bu anlamda şu ekollerden bahsedebiliriz. 1) El- Ezher ekolü. (Bu ekolün Nizami Mülk ekolüne karşı kurulduğunu söyler tarih. Ali Bulaç, örneğin burada yetişmiştir.  2)Tunus Ekolü. 3) Malezya Ekolü. (Zevk ve estetik ön plandadır.)
Aynı ekollerden yetişen alim ve siyasetçilerimizin bizim derin tarih ve felsefemizle derin bir ilişki kuramadıkları görülür.
Yani aslında alimlerimizi İslam’ın kendi mecrası içinde yetiştirecek bir ekolün sıkıntısını çekmekteyiz.
Nizamı Mülk medreseleriyle merkeziyet kazanan, Sahn-ı Seman yani Fatih Üniversiteleriyle süren bu temel ekole, cumhuriyet döneminde neşter vurulmasıyla bu alandaki sıkıntımız büyümüştür. Marmara İlahiyat Fakültesinde küçük bir sahaya hapsedilmiştir, bu ekol bugün. Bu ekol, başlangıcında bu yana Mehmedi bir ekoldür. Ve çağımızda, az sayıda ve yetersiz alim yetiştirdiğinden; M. Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil... gibi şair ve edebiyatçılar tarafından temsil edilmektedir. 


Y.Türk

5 Şubat 2017 Pazar

Bir Kere Millet Olma


Bu grubun, bir toplumun bir heves, bir ideoloji kapsamında bir araya gelmelerinde, onların bir millet olduklarını düşünmemek, daha kuvvetli bir görüş olur. Çünkü grup ve toplum dağılınca onları toplaştıran ilham da bitiyor. Bu durumda, köklü bir değişime, yeniliğe ve oluşuma kapı aralamıyor, bu tür toplumsal çıkışlar. Selef ya da diğer adıyla bir tarih bulmakta, aynı mantık gereği zorlanıyorlar. Çünkü kendileri de zamanında halef gibi davranamamışlardı. Amerika milleti dediğimiz kapitalist ilham çerçevesinde bir araya gelen topluluk, bu örneğe uygundur.

Millet olma hali, Yahya Kemal’in ‘biz ölülerimizle birlikte yaşarız’ sözünü haklı çıkaracak şekilde, ölülerin ve sağların üstünde yaşar.

Yani insanlar bir kere millet olurlar. Gelecekte ise bunu sürdürürler. Milletin, toprağın altındaki kısmı ile üstündeki tarafının bir şekilde derin bir ilinti içinde durması bundan. Aslında bir millet ağacı dayanıklı mı değil mi, toprak altında kalan kökleri ile ölçülür.   Bu nedenle, kadim milletler; sık sık, başka başka millet oluşumu içine girmezler. Mehmediler, bu tür bir yapının asli prototipidir.



Y.Türk

4 Şubat 2017 Cumartesi

VAR


15 Temmuz ruhunu kendisine ülkü edinene.
Aşkı iki katlı bir ev gibi görüp onun bir katını bu dünyada diğer katını bekada görene.
Gülü, yaşamına felsefe yapma yeteneğine sahip olana.
Gerçeği görür gibi geleceğe dair gündüz gözüyle rüya kurana.
İlhamın şeytanının milleti dolandırdığını kavrayana.
Anadolu’nun iliklerinde arşın gıdası vardır, diyebilen. Bu vitamini muhafaza edene.
Kendisini, bir insan olarak dünyanın ilk günündeki gibi heyecanlı bulana.
Allah’ın bir gün, o günü, o kuruluş gününü, dünya yaşam piyasasına sunacağına inanana.
Hayat evinin mahzeninde şeytanları kilitli tutan, üst katlarda melekleri yaşatana.
Kalbimizi Halep’ten, Bosna’dan, Afrika’dan beri eyleyelim de batalım mı? Şeklinde düşünene.

Modernliğin son zamanlarını yaşayan adamlara, son alanlarını adımlayan aykkabılara; geleceğin yeni, orjinal kapısını açan zekalara, uhrevi geniş zamana dokunan ellere; kelimeleri ilk kez o dünyanın ahengiyle konuşan dillere; merhameti ve sevgiyi atıldığı yerden kaldırıp, alnından öpen, doğrultan, hak ettiği yere koyan kollara; devleti, milleti doğaçlama bir hal içinde adaletle hükmettiren felsefeye. İhtiyacımız var.



Y.Türk

DİYE BİR ŞEY YOK

Daha fazla
"Anadolu mayası" Safevi mayasıdır.


Hakan Arslanbenzer, bu aralar twitter’dan falan ilginçlik ve tarihi bakımdan  da ayıplık gösterecek şeyler paylaşıyor. Örneğin askerimize neden Mehmetçik dendiğini anlamayarak, bu kavramı redde yönelmişti. Şimdi Anadolu İrfanı’nı ‘Safevi Maya’ şeklinde adlandırmış. Üsküdar’da bazı İslamcı şairler, şarhoşluk verici maddeler alarak mı yazıyorlar artık, bilmiyorum. Arslanbenzer şimdi söyler ki ‘twitter'daki paylaşımlarıma bakmayın. Onlar sağlaması yapılmamış şeylerdir.’ Demezler mi? Dostum, sağlamasını eylemediğin bir şeyi, niye insanlara sunuyorsun. Tarih adına konuşayım. Anadolu İrfanı’ Malazgirt Harbiyle başlar. Yani Mehmedilerin Anadolu’yu yurt edinmesiyle hız alır. Örgüsü Yunus’tandır. Anadolu İrfanı’na ‘Safevi Şeysi’ demek kuzuya kedi demek gibi bir şeydir. Gerçi Arslanbenzer’in bu türden yanlışlarına alıştık. Bir konuda iyi kötü bir tespit yapıyor, Arslanbenzer, ancak tutturamıyor.  Arslanbenzer’in yazdıklarında ve fikir etme sanatında bir kişilik yok. Asıl sorun burada. Durmadan değişen bir bünye var. Bir bakarsın Harlem zencileri gibi takılır Arslanbenzer, bir bakarsın Everest dervişleri gibi.

Heves kapsamında görüşler belirtiyor, Arslanbenzer. Bu yüzden artık Fayrap okumuyorum. Bir ara işte şu fikirdir, şu da şairdir dedi, ama hep ıskaladı. Bu sebeple Fayrap’tan uzak duruyorum. Fayrap bütünüyle 15 Temmuz öncesi dünyayı temsil ediyor gibi. Oradan sıyrılamadı.  Bakarsam Arslanbenzer’e, ara ara, o da twitter'dan.

 Aslında Hakan Arslanbenzer için bir eşletiri kitabı düşünüyordum. Epey de yol kat ettim. Ancak Anadolu İrfanı’na Safevi Mayası diyen biri hakkında kitap yayımlamanın insanı temsil ettiği irfan cephesinden küçük düşüreceğine inanarak, Arslanbenzer’e dair bu kitabın taslağını sildim. Böyle bir kitap olmayacak yani. Emeğime yazık.


Y.Türk