30 Aralık 2022 Cuma
16 Ekim 2022 Pazar
K U R U L U Ş, Kasım- Aralık 2022, Sayı 54
*Modern Şiirde Değişen Başlangıçlar ve Şiirin Yeryüzü İmgesine ''Fihî Mâ- Fîh (Her Şey İçindedir) Modeli
*Berlin Duvarı mı, Viyana mı?
*Devlet Şiirine Dair ve Pound
*içe Doğuş
*Hayat Böyle
*Karlı Seher
*Bir Sezai Karakoç Özeti
*Düşünceler
*Dergiler ve Notlar
Kasım ayının ilk haftası İskele büfelere bırakılacaktır, dergimizin bu sayısı.
Nâzım Hikmet'ten Yücel Kayıran'a ya da (Sosyalist gerçekçilikten ontolojik toplumcu şiire)
Nâzım Hikmet'le başlayan sosyalist gerçekçi şiirin başına ne geldi? Şimdi ne halde? Nereye gitti? Büyüdü mü? Öldü mü? Neye dönüştü? En azından İsmet Özel'den sonrasını kimse bilmiyor. Türk şiir eleştirmenleri için bu şiirin akıbeti çoktan görüş alanı hizasından çıkmış görünüyor.
Bu şiir, bir kaybolup bir beliriyor. Bir ara İsmet Özel'le geldi. Ama İsmet Özel o şiiri epey değiştirdi. Dışardan içe doğru çekti. Bu şiirin gerçekçilik anlayışına farklı dokunuşlarda bulundu, ona bir derinlik kattı. İsmet Özel'in 'Eve dön, Şarkına dön' şeklinde seslediği şey bu şiirin ruhundan başkası olamazdı.
Sosyalist gerçekçilik yani toplumcu ve gerçekçi şiir, edebiyat ve fikir ortamına Akif'ten sonra başka topraklardan tevarüs edilmiş olarak geldi. Sosyalist gerçekçi şiir de ama sonraları gerçekçiliğini dönüştürdü. Nâzım Hikmet şiirinin merkezinde Anadolu insanı vardır. Anadolu insanı Nâzım'a göre, saf ve masum bir halktır. Ve Nâzım, kendi insanındaki bu safiyeti görür. Kendi şiirinin savunması gereken bir halk varsa o halkı Nâzım, daha çok, Anadolu'da görür.
Ve İsmet Özel, aynı sosyalist gerçekçilik içinde bir toplumculukla varoluşa yelken açar. Sosyalist gerçekçi şiiri varoluşa değdiren ilk şair İsmet Özel'dir. Varoluşa yaklaşma çabası şaire kâinattaki yerini gösterir. Varoluşu hissetmek biraz da böyle bir şeydir: varlığın yerine oturmasıyla ilgilidir. Ve peşinden amentü gelir.
Sosyalist gerçekçi şiirin buraya kadarki gelişimini izleyen aslında bir şiir türü var. O da neo-epik şiir. Neo-epik şiir, poetik okumalarında Nâzım'ı da İsmet Özel'i de somut- halkçı ve gerçekçi şiir konumlamalarıyla kendi poetik vücudunun bir organı haline getirmeye çalışır. Ne yazık ki neo-epik şiir bu şiirin yaşayan tarafını gözden kaçırdığı için geçmişte bıraktığı poetik anılarıyla ilgilenmiştir. Ve bu geçmişi sahiplenmiştir.
Bu şiir bu günlerde yüküyle birlik Türk şiir ortamına döndü. Gelenin o olduğunu yeni anladık. Aslında hep buralardaydı da onu yeni gördük. Ama kılık kıyafeti, poetik zihniyeti bayağı farklı. Hem eski komünist parti bürolarından hem bir külliyeden hem de bir akademyadan çıkıp gelmiş gibi.
Bu şiir, ontolojik sahada derinleşen Felsefî Şiir'dir. Ve hâlâ toplumcu. Bu bütünden de ortaya ontolojiyi ve toplumu bir araya getiren onto- toplumcu bir şiir anlayışı ortaya çıktı. Onun gelecekteki kaderini elbet kimse kestiremez.
YÜCEL KAYIRAN’LA SÖYLEŞİ
Yeprem Türk: İlk mısra, poetika… Şiirinizi bize kısaca anlatır mısınız?
Yücel Kayıran: Şiiri nasıl yazıyorum ya da tinselin mimesisi
İlk dizenin nasıl yazıldığı sorunu, bizim şiirimizin de ezeli problematiklerinden biridir. Arka planda şiirin nasıl yazıldığı sorunu yer alır. Bu da aslında temelde modernlerin bir sorunu olarak ortaya çıkar. Romanın nasıl yazıldığı tartışması sırasında, bu tartışmayla bakışımlı olarak şairler de “şiir nasıl yazılıyor” sorunsalı üzerinde duruyor. Stendhal, “roman, yola, doğaya tutulan aynadır” der. Stendhal, modern olan ile antik olan, yani antik Yunan’la bir bağlantı kuruyor bu sözle. Modern olan, Avrupa’da, Rönesans’tan beri, Antik Yunan kültürüyle bakışımlı olarak inşa edilen bir şey. Roman, tabii kuramı alıyor Antik Yunandan ana şiir için orada örnek söz konusu. Epik şiir ise, modern şiirin zaten kapattığı bir dönem. İkincisi roman için benimsenen mimesis kuramı, şiir için pek bir şey ifade etmiyor, çünkü burada artık romantizm söz konusu.
Modern düzlemde dünyevi bir açıklama yapmak, poetik bir yasa oluşturmak isteniyor ama bu açıklama romanda olduğu gibi antik dönemle bakışımlılık içinde yapılamıyor. “İlk dize tanrı vergisidir, diğeri emek ürünüdür” tezi, bu çıkmazı dile getirir. Ya da “şiir, kelimelerle yazılır” tezi. Bir de orada metinler var, şiirin başlangıçtaki anıtları, ama bu metinler tanrısal olana odaklanmış metinler. Modern şiirin tarihi, seküler dünyanın şiirde inşa edildiği bir tarihtir. Hesiodos’u ya da Homeros’u okumak zor ama buradan el almak daha zor olmuş görünüyor.
İlk dizenin nasıl yazıldığı meselesi aynı zamanda şairliğin ergenlik dönemine ait bir sorundur. Şairliğin ergenliği için, ilk dize önemlidir, ilk dize tanrı vergisidir, yani ilk dize ile tanrı el vermiş gibidir. Bu ilk dize sizden önceki bir şair tarafından da esin yoluyla gönderilmiş olabilir. Bu ilk dize yazıldıktan sora gerisi, çağrışım yasası gereğince ondan türetilerek yazılıyor gibidir. Ses bakımından kelimeler benzerlerini çağıyordur. Burada, şiirin, bir ontik problem düzleminde değil, rastlantısal olan üzerinden yakalanıp yazılması söz konusudur. Şairliğin ergenlik dönemi derken demek istediğim aslında bu.
Ben şiiri nasıl yazıyorum ya da ilk dize bana nasıl geliyor, şiirin gövdesi nasıl oluşuyor ve son dizeye nasıl varılıyor veya son dize nasıl geliyor? İlk dize değil ama son dize rastlantısaldır, bir buluş, bir keşiftir. Sizin kendi kazınızda bir keşif. Son dize, mısra-ı bercestedir. Mısra-ı berceste ortaya çıktığında şiir biter.
Bana gelen bir ilk dize yok. Ben şiiri, ilhamla, ilham evresinde yazarım. Ama esinle değil.. Burada esin ve ilham kavramları arasında bir ayrım yapmak isterim. Çünkü bu iki kelime, her ne kadar biri diğerine karşı önerilmişse de, artık birbirinden farklı durumlara delalet eden farklı kelimeler durumunda. Esin, tinsel enerjiyi dışsal olandan alma durumunu dile getirirken, ilham kelimesi, tinsel olanın içselin bir taşması durumunu dile getirir ya da artık ben böyle tanımlıyorum. İlham ya da ilham evresi, tinsel olanın içsel olarak yaşandığı bir evredir.
İlhamla, ilham evresinde yazıyorum derken kastettiğim, dizeler öyle kendiliğinden geliyor ve ben de onları kâğıda aktarıyorum durumu değil. Böyle bir durum da var mı, onu bilmiyorum. Benim kastettiğim şu: Ben, bana ilhamla gelene veya ilham anında görünene bakarak yazıyorum. Gelen ya da görünen dediğim tinsel bir hal. Bana görünene, görünenin bende yarattığı etkiyle eğilip bakarım. Bana görünene eğilip bakarak, görüneni gördükçe satır satır, dize dize yazarım.
Burada önemli olan, yazıya aktardığım metnin, gördüğüm şeyi tam olarak dile getirip getirmediğidir. Kaleme aldığım dizelerin, bana görünen düşünsel görüntüyü tam olarak dile getirip getirmediğine dikkatle bakarım. Kelime, bana görünen görüntüyü mü dile getiriyor yoksa başka bir bağlamda yer alan görüntüyü mü? Bana görüneni, bana göründüğü gibi dile getirecek doğru kelimeyi, ifadeyi bulmak gerekir.
Bana görüneni, görünenin zemininden başlayarak, görünenin zirvesine doğru çıkarım. İlk dize, tinselliğin bana görünen ilk biçiminin tasviridir, betimlemesidir. Zemin ilk dize, zirve ise son dizedir. Doruk noktasında biter şiir. Şiirlerimin bitim anının, kendini uçuruma bırakıyor gibi bitmesinin nedeni sanırım burada.
Tinsel görüntü veya içsel düşünce derken aşkın bir durumdan söz etmiyorum, sözünü ettiğim varoluş durumunun içsel çınlaması, içsel olanın, içselde birikenin kendini göstermesi, fuka açmasıdır. Tinsellik, doğaya yabancı değildir; dahası tinsellik, insandaki doğadır, insandaki naturata. Tinselliği doğa karşıtı olarak görmemizin kökeninde, 19 ve 20. yüzyıl tinsellik anlayışı yer alıyor. Tinsellik, 19 ve 20. yüzyıl modernizmi içinde, doğadan çok kültürle alakalı görülmüş ve öyle okunmuştur. Söz gelimi sosyal bilimler tin bilimleri gibi adlandırmaların gerisinde bu bakış tarzı yer alır. Tinsellik kültürle alakalı bir biçim olarak görüldüğünde, bu durumda doğayla karşıtlık içinde, doğaya karşı bir şey olarak algılanır. Oysa tinsellik bir kendiliğindenlik biçimidir.
Şairlik, bugüne değil, geleceğe seslenen ve geçmişle konuşan bir ruh halinin taşıyıcısıdır. Şiir, olup bitenin, gerçekliğin değil, tinselliğin betimlemesidir.
İki sonuç çıkarabiliriz. Şiir, bana gelen veya bana görülen tinselliğin taklidi ise ve ben onu birebir taklit etmemin sonucunda ortaya çıkıyor ise, ki öyle, bu durum, şiirin zorunlulukla meydana geldiğini gösterir. Şiirin yazılması rastlantısal değildir. Ama şair, duygularının kölesi olan değil özgür kişidir. Buradaki özgürlük, bu zorunluluğun özbilinci içinde olmak demektir. İkinci sonuç: Şiir, içsel ve tinsel olanın bir taklidi ise, bu, şiirinizin nedeni kendinizde demektir. Bir şairin şiirinin nedeni kendisinde olmalıdır. Şair, nedeni kendisinde olan varlıktır. Nedeni kendisinde olmak demek, etkin olmak demektir. Yani şiirinizin nedeni kendinizde ise, şiiriniz etkin olarak, etkileyici olarak vardır. Şiirinizin nedeni kendinizde değil ise, şiiriniz edilgin olarak var olacaktır.
Şiir, mimesisdir, bir taklittir. Ama tinselin mimesisi, tinsel olanın taklidi. Sizde görünüşe gelen, açığa çıkan tinselliğin bir taklididir şiir.
Bu durumu, şiir biçiminde de yazdım, adı “Poetik Risaleler”, yeni kitabımda yer alacak. Burada, bu yazıyı, o şiire bakarak, şiirde dile geleni, teorik olarak dile getirmeye çalıştığımı da söylemek isterim.
Kuruluş, Sayı 53'ten Alıntı.