4 Eylül 2014 Perşembe

&



Devletin gözyaşlarını bilirim, insanın da. Tarihe garip bir perspektif verir, bu durumlar.  İnsan ve devlet yürekten gelen duygularının sağanağı altındalar.  Hıçkırıklar bollaşır, şeytanın kıkırdamaları artar. Mağlubun ıstırabına sınır çizilmez böylesi bir noktada artık.  Varoluşun kimsesiz köşeleri insanlardan değil Allah’tan ve meleklerden sorulmalıdır.  İnsan devleti, devlet de insanı ta ki kalbine kadar yemiştir.  Kalp noktası, bu dövüşte kılıçların çekilmesine kapalı alandır. Çıplak kalpler ana davada birbirini tanır. Onlar da öyle yapmıştır.  Ama yine de olan olmuştur. Pişmanlık fayda vermez. Utancın çöküntüsü büyüktür.  Çöküntü kendisini fena halde icra edecektir. Devlet de insan birer kuşlarsa eğer, sahnede derinden yaralı iki kalp ve fitne fesadın yolduğu tüyler olacak. Devlet kuşu da insan kuşu da sessizdir bu zamanlarda. Bir milletin dünya üzerindeki tıkırtısı sona ermiştir. 


Oysa insan ve devlet birbirlerin namlu doğrultmayacak kadar yakın ve bağlıdırlar. Birbirlerini esnetecek kadar şiddet kullanabilirler. Aslında devletin ruhunu yaratan kaynak olan insan daha önce bunu akıl edebilir. Çeşitli vesilelerle insan ve devlet zıtlaşmasının önüne geçebilir. Zamana da pay bırakmalıdır. Bürokrasiye kızıp şiddete baş payelik vermemelidir. Devletin tüm ruh haritasının halkın topraklarını gösterdiği bilinir. İnsanın alınyazısını taşır devlet çoğu kere. Ama dış etkenler, araya bir perde sokabilir. Bir medeniyetin bir devletin kıyametini koparmak için yapılır genelde bu da. Bizde medeniyet adının devlet adıyla zikredildiği görülür. Devlete kast medeniyete kasttır bir şekilde. Tarihi kesmeye iştir. Devlet ve insan karşılıklı cana kıymadan dönüşümün yolunu bulmalıdır.  


Tersi ise can içindeki canın katliamı gibidir. Çünkü iki güzel aşık, bu zamanda iki bedbaht birer katil olmuştur. Dava gülü soldurulmuştur. Yargı gülü, toptan bir utancı herkesin yakasına pay edip takacaktır. Sonrasında ne göğün inmeleri ne toprağın çıkmaları insana değecektir. İnsanı düşenin devleti, devleti düşenin de insanı tarihin merdivenini baş eğik inmiştir. Denir ki, zul ve yorgunluklar tarihine merhaba. Her şey mekanik bir sıradanlığa geçiş yapmıştır. Bütün bu arada, bayağılıklar, acılar ve pişmanlıklar arasında yürüyen şeyse insan ve devlet için mevzisiz bir hayattır.  


Adem Kalan

27 Ağustos 2014 Çarşamba

değini




Fayrap, Ağustos 2014 sayısını daha yeni okudum. İtibar’ın Ağustos sayısına da elim gitmedi. Okunması zor bir dergi,  İtibar dergisi. Bir dergi her ay doksan yüz sayfa çıkmak zorunda değil bence. Net ve temiz dergiler çağımızda da sürmeli.  Bu sayısını da varsın okumayayım, İtibar’ın.
Fayrap’ı ikindi ezanıyla elime aldım, akşam ezanına kalmadı  dergi. Bu ayki çoğu dergi gibi Fayrap’ın da konusu  Gazze, Filistin.  Mads Gilbert tarafından Gazza Şifa Hastanesi’nden yazılmış bir mektup çevrilmiş. Elyesa Koytak çevirmiş, metni.
Dergide üç şiir ön planda. Hakan Arslanbenzer’in ‘Sevdim’ şiiri, hem kilo hem çevresi bakımından dolgun bir şiir. Gerçek bir şiir. Kırgın, kültür ve tarih dolu, şimdide bir şiir. Hakan Arlanbenzer’in dünyayı bilme biçimi bu aslında.  Cahit Zarifoğlu aklıma geldi şiiri okurken, neden bilmem. Şiir olarak değil, insanlık ve hal olarak.
Mehmet Efe’nin şiiri; varoluş, kültür ve medeniyet işgali yapan yerli  zorbalara karşı kaleme alınmış bir ürün. Kemalizm, ırkçılık gibi kendi ürettiğimiz insanlık ve kültür mafyalarına karşı etkili bir şiir.
Elyesa koytak’ ‘Bir vatanın o güzelim gamzeleri hep İslamcılık’ demiş şiirinin ilk dizesinde. İslamcılık övgüsü yapılmış şiirde.  İslamcılık, fazla abartılmış. İslamcılık mı Anadolu’ya can verdi, Anadolu mu İslamcılığa bir düzeltme çekti bu ilerde daha net anlaşılacak.  Tasavvuf mu Fıkıh mı, Bilgi mi Sezgi mi? İslamcılar bunlardan birini seçerler. Fıkhı ya da bilgiyi. Daraltırlar meseleyi. Oysa Anadolu ruhu ikisini de barındırır. Irak’ta da, Anadolu’da da Mehmetli Milleti içinde durum böyledir.



Madem İslamcılık öze dönüş, asrı-saadete dönüştür, nereye döndüğünü de bilmeli oysa.  İslam’ın başlarında fıkıh ve tasavvuf ayrımı yoktur.  Aynı kökten gelen fıkıh ile fakr arasında bir fark bulunmazdı.  Çünkü ikisinin de aslı Resullullah’tan (s.a.v.) geliyordu.  Fakih ile bilahere mutasavvuf denen fakir birdi.





Salih Can