29 Ekim 2015 Perşembe

Ebedi Bahiste Bayrak




BAYRAK

Bayrağımız nedir evrende sorar mısınız bana
Dünyamızı saran mana derim ona

Şükür ruhumuza gıda etmiş Allah
Izzetle çıkalım diye sabahlara

Şahit Rabbim emin yerleri gösterdiğine
Bakar mısınız şu olayın güzelliğine

Yemin ederim Kızıldeniz’i yaran Musa’nın asasıyla
Ay yıldızımız bir fark yok arada

Bayrağımızla söylenecek nice İslam mısraını

Sezerim ancak ahirette söylerim size kalanını

Yeprem Türk

24 Ekim 2015 Cumartesi

Sayı 12


Kuruluş Dergisi. Sayı 12. Çıktı. Dağıtabildiğimiz yere kadar dağıtmaya çalışıyoruz, dergiyi. İnsan, sonuçta gücünün yettiğinden sorumludur.  Ekonomiye  ve dağıtım ağının gücüne göre çıkmıyoruz.  Tek gücümüz, sözümüzdür. Gerisi ayrı hikaye. Kimseyle yarışmıyoruz.  Bu yarış bize bayağı geliyor.  Didişmek bile, başka dergilerle. Milletin, halkın kara talihi derler ya. İşte Kuruluş onunla savaşır.
Bu sayıda neler var. Eray Sarıçam’ın bir şiiri bir de  metni bulunuyor.  ‘ Doksanlardaki çaba olmasaydı, günümüzün  İslamcı iktidarı ve şiiri de olmazdı gibi şeyler söylüyor, Sarıçam.   Yani şiir-  teoride Hakan Arslanbenzer, siyasette R. Tayyip Erdoğan gibi.  Metinden bu anlaşılıyor.  Kahramanın Düsturları’na bu sayıyla giriş yaptık.  İstanbul ve Ankara içinde bir gizli Mehmetlilik var diyoruz. Adem Kalan. Adnan Çapık. Ceren Kara. Yeprem Türk diğer yazar ve şairlerimizdir.

-Bu sayı Üsküdar, İskele'ye bırakıldı. Sonra diğer yerlere de bırakılacak.


Not : Bunları yazarken, gözüme takıldı. İbrahim Ağabey’in  (Tenekeci’nin) Yenişafak’taki bugünkü yazısından bir alın paylaşmak isterim.  ‘Kabul etmek lazım ki, şu ve bu nedenden dolayı, nüfus yapımız/toplumumuz henüz oturmamıştır. Bunun için şu üç şeye ihtiyacımız var: Anlayış, sabır ve zaman.’  Önemli. 



Salih Can

13 Ekim 2015 Salı

İslamcılık: Ümmetçiliğe Yaralı Kardeş



İslamcılığa ne diyeyim. Ama İslamcıları seviyorum. Çünkü hep iyi niyetli oldular, İslamcılar. Sünni bir diriliş için yola koyuldular, bu nedenle seçebilecekleri yegane şeyi, İslamcılığı seçtiler. İslamcılık, yeni yüzyılın aslında tek diriliş, fikir aktörü. Ve İslamcılığın, Ümmetçiliğe parallel olarak geliştiği görülür. İslamcılığın, ümmetçilik kadar köklü bir duruşa intikal edemediği de hissedilen bir şey. Yoksa İslamcılar kısım kısım kavmiyetçilik eksenlerinde niye gezsinlerdi.  Neden ırkçılık yaparlarken İslamcı sayılsınlardı. Tüm İslamcıları kasdetmiyorum tabii. Elbette bu yüzyılın (1900) başından beri Batıcı ulusçuluğa alışmışların o dünyadan çıkıp kişilikle millet olma durumuna geçmeleri kolay olmayacaktı. Fireler verilecekti. Ama doğrusu biz firenin bu kadarını da beklemiyorduk, beklenemezdi de.  Bir şeyler demek ki, iyice içimize işlemiş, onu oradan atmak da kolay olmayacaktır. Sanırım bu hesap edilmedi. Açıkçası şartlarını ve kendi argümanlarını oluşturmadan yola çıkması İslamcılığın, ümmetçiliğin ön versiyonu denebilecek bir hareket olarak  iddiasının altında kalmasına neden oldu. Ümmet coğrafyasında derin hatlar oluşturamadı, islamcılık. Ancak ümmetçi yaklaşımlar alanında epey mesafe alındı denebilir.   Örneğin  Batı siyasi küreye doğru koşan Sünni dünyaya sekülerleşerek millet olma anlayışı karşısında ayrı ve yerli kurucu öge olarak ümmetleşerek millet olma gibi bir kadim prensibi hatırlattı, bize İslamcılık.  Meydanı boş bırakmadı. Yeni bir düzen iddiasını dillendirebildi. Ancak bu hususta gerçek şu ki: acemiydi.  Yani İslam dünyası için ümmetleşerek millet olma gibi ve bizim için de son derece net olan bir şeyi halka yayarken muğlaklık oluşturmaya, onu sırf bir entelektüel birikim gibi sunmaya gerek var mıydı? İslamcı kavramlar niye halkla birlik onunla aynı kulvarda yaşayarak derlenmedi, deneyimlenmedi? Ayrı ve özgün bir deyiş olarak islamcılığı, bu durumunu ve kendi mantığını halka anlatmada zorluk çekerken gördük, hep. Doğrusu ya, Batı’da aydınlanmacı düşünce varsa bizde de İslamcılık olmalıydı. Ki İslamcılık biraz da böyle çıktı.  Önceki İslam medeniyetlerinde olduğu şekliyle halkın içinden kütüphanelere değil de kütüphanelerden halka yayılma durumu onun halka inmedeki en büyük  problemi sayılır. Diğer yandan düşündüğü şeyi ümmete ulaştırmak için, halkın dilinden  anlayan ve halka haliyle teminat veren bir Yunus bir Mevlana peşinde koşmadı İslamcılık. Bir paralellik olsun diye buraya yazıyorum. Avrupa aydınlanmasının halkın dilinden anlayan bir şair doğuramadığını hep söylerler. Ve Aydınlamacı düşüncenin insan katında geldiği yer malum: Formiyet. Burjuvazi görgüsüyle çizilen millet oluşumları.  
Avrupai halkların kaderleri artık toplum içinde nefes alarak değil, kulislerde, loncalarda konuşuluyor. İslamcılık aynı namla hiçbir yerde yaşanmadan Mısırda yazıldı, liderini bir kütüphanede değil Türkiye’de -halkın içinde yaşayan Recep Tayip Erdoğan ile -buldu. Ve bu buluşmanın şu an için net bir devamı gelmedi. İslamcılığın uyanmasıyla İslam aleminin içine monte edilmiş parçacıklar devreye sokulunca İslamcılığın işine ara verdi. Sünni dünya kaderde birleşmeye doğru yol alırken bu Batıcı parçacıklar, birer engelleme hendeklerine dönüştürüldü. Aslında İslamcılığın bu engellere tıkanıp kalması onun bu işlerde biraz öngörüsüz, dahası da mesela Batı’daki herhangi bir teori şeklinde hareket etmesindendir. Batı’nın teori, düşünce üretimi karşısında duyulan aşağılanma tepkisiyle yapılmış eleştiri ve düşünce üretme yanıyla var olmuş olmasındandır.  Tepkisel kalmasındandır. Ümmetçiliği enteletüel düzeyde inşa etme takıntısındandır. Bir Yunus’a sahip olmamasındandır. Bu usül de biliyoruz ki, paramiliter denilen bir bünyeye götürüyor bizi. Ve sonuçta ümmetçilik derken Batı nazarında gerici ve eski sayılmaktan korkanların Ümmetçilik kavramı yerine İslamcılığı tercih etmesi gibi bir hal var karşımızda. Fakat İslamcılığı dışlamak gibi bir lüksümüz de yok.  İslamcılık için ümmetçiliğin yanında bulunan yaralanmış, yorulmuş, aldatılmış bir kardeştir, diyoruz. Ve onun deneyiminden faydalanmamız gerekiyor.



Yeprem Türk




4 Ekim 2015 Pazar

‘biz hödükler diyarının itleri’ (Cihan Oğuz)


Mühür dergisini dolduran yazar ve şairler kendilerini nerede, nasıl görüyorlar bilemem. Gelenekçiler midir, sosyalistler midir, laikler midir, muhafazakarlar mıdır,  bu anlaşılmıyor.  Mesela  güya gelenekçi Ali Günvar’dan, lağımcıbaşı Küçük İskender, laik Baki Ayhan T. ve muhafazakar Celal Fedai’ye kadar uzanır Mühür’ün şair kadrosu. Yani Mühür’de aslında, dergiyi karıştırdınığızda her şey bulunur, ahlak ve ilke dışında. Sol edebiyat diye bir şeyin kalmadığını öğrenmek istiyorsanız Mühür’ün son sayısını (60) okumanızı öneririm. Önce teorik olarak tabii. Baki Ayhan T. şiirine bile İslamcı şiir akımı olan Neo-Epik ve diğer Klasik şiirin uzantıları boyunca bakılmış. Neo-epik şiir ibaresi kullanılmamış Neo-Epik şiir için. Yeni Epik ifadesi yer almış. Yani Neo-epik şiirin Karagözcesi oluyor, bu. sonuçta biz de Neo-epik şiiri Anadolu Şiir Hareketi şeklinde kodluyoruz. Olabilir. Belirtilen Yeni Klasik şiirse Celal Fedai’nin Neo-Klasik dediği ancak bir türlü olamayan şiir türüdür.
Ahlak bakımından  Mühür aynı sayıda dipte. Kalem niyetine penis kullanılmış yer yer dergide. Cihan Oğuz’un ‘Hasmane Akşam’ adlı şiiri bu tiyniyette bir şiirdir. Bir şekilde tüm İslam aleminin, Müslümanların iman ettiği üstün dört melekten birine küfür edilmiş, şiirde. ‘Karşımıza azrail çıksa  …ceğiz' Öncelikle devletime, hukuka havale ediyorum bu saldırıyı. Yasalarla, cürmün hem dergi hem de şair bağlamında cezası verilmeli. 
Ve olay akabinde hala Mühür’de ürün yayımlayacak uzak yakın tanıdıklarla selam sabahım bitmiştir.

(Başlık: Cihan Oğuz şiirinden)

Yeprem Türk


27 Eylül 2015 Pazar

Yok muymuş?


Yıkılırsa idrakin çatısı neneciğim
Bağırırmış sanırım gelenek
Zaloğlu Rüstem haliyle :
'O çatı altında bizden bir direk yok muymuş'


Yeprem Türk

TEMELLER VE NEFRETLER

Önceleri çok sevilen Türkiye şimdi niye sevilmez? Birçok dünya liderinin doksan yıllık cumhuriyet boyunca muhabbet duydukları bir ülkeye artık kin duymaya başlamaları acaba neden? Dün aramızda varlıklarını tastamam bu muhabbete borçlu olanların bugün bu dayanaklarını kaybettikçe Türkiye düşmanlığına varan bir üslup kazanmalarındaki asli sebep nedir? Kuşkusuz tüm bu soruların cevapları vardır, olmalıdır. Ve bunlar önemlidir. Ancak daha mühimi ilk iki soruya soğukkanlı bir yanıt gelirken son soruya verilecek cevabın son yüzyılın bu topraklara bıraktığı trajediyle içli dışlı olmasıdır. 

Söylemeliyim, Türkiye önceleri çok şeye gebeydi. On yıl öncesine kadar da bu özelliğini sürdürüyordu. Yani Türkiye iki binli yıllara kadar hem sömürgeci liderler hem de onların yerli işbirlikçileri açısından imkanlar ve mümkünler ülkesi olmaya açık bir ülkeydi. Üstünde bürokratik şekilde de olsa bu toprakların bin küsur yıldır güttüğü ülküye karşı birçok farklı amacı bünyesinde barındırabiliyordu. Türkiye’nin doğduğu rahimle daha fazlaca oynansaydı sömürge tezgahındaki bu ülkeden birçok malzeme çıkabilirdi. Vesayet, kavmiyetçilik, sekülerizm vs. Yani bu ülke aslan da doğurabilirdi onlar açısından sansar, tilki de.  Son on yıllık zaman dilimi Türkiye’yi sadece birine kapı aralayan bir rahim haline getirdi. Bunun sonucunda da bazılarının istediği  tercihlerin doğmasının mümkünü bitti. Türkiye’ye karşı gelişen yabani kin ve sevgisizlik bununla alakalı olmalıdır.

Son sorunun cevabına gelirsek:    Eski Türkiye’yi eleştirenler önceleri tek başlık altında cumhuriyet eleştirmenleri şeklinde ele alınırlarken şimdi onlar ikiye ayrıldı. Birincisi, yok etmek için eleştirenler İkincisi de ihya etmek için eleştirenler. Cumhuriyet eleştirisi altında bir araya gelenlerin bugün birbirlerine karşı da mücadele vermek durumunda kalmaları bundandır. Ve bu amaç farkıyla ki cumhuriyet eleştirmenlerinden bir kısmı eleştirilerini safi bir halde sırf Türkiye ve ülke halkına yöneltenlerin safında kaldı. Bu durum gerçekten cumhuriyeti yok etmek isteyencilerin daha başka açık hedeflerinin ortaya çıkmasını sağladı. Doğrusu bu eleştiri, onları bir yere de götürmedi. Dış güçlerin mihrakları ve maşaları durumuna soktu. Yani onlar, Türkiye dışına itilmekle ve milletin ötesine düşmekle kalakaldılar.

Velhasıl Türkiye’nin son yılı temeller savaşıyla geçti. Ve Türkiye yerli bir köke yaslanmayı seçti. Ve bu minvalde devletler nezdinde nefretler gelişti, birçok ideoloji nazarında ise yollar Türkiye ile ayrıldı.

Adem Kalan

16 Eylül 2015 Çarşamba

İKİ KELAM


Mehmetli Milleti. Metnimizdeki iki Doğu kelimesi. Aslında Anadolu ruhudur anası, babası. Temelde Horasan duruşunun iki gözü iki çerisi. Yeni zamanın yeni millet yazgısı. Sevginin, hoşgörünün, temiz tekniğin, israfsız üretim ve tüketimin, farklılıkları bir bedende cem eden siyasanın yeni genci.   

Ne saklamalı, Kur’an’ın ve Muhammediliğin şemsiyesi altında akşamdan fecre bakmaktan  yorulmayacağım aydın, hoş, kavi  iki sözcük. Ve içi geleceğe doğru kıpır kıpır. Kahramanca, arifçe.

Mehmetli Milleti. Bir millet, bir hayat tarzını tüm yönler ve ilgileriyle kuşatan has başlık. Yeni  ekonomik, ilim ve sanat temelleri atacak derinlikte iki saf, bakir kelime. Batısız bir şekilde güç alıp ayağa kalkan yerli beşeri bir ifade. Kendi aynası dışında bir taklit aşaması olduğu düşünülemez bu tamlamanın. Batı’nın ahlaki etkilerine kapalı şeylere benzetiyorum onu. Bu tür kelimeler Batı’yı hem biçimde hem içerikte ürperten şeyler. Tohumdur çünkü bunlar, özdür bir millette. İki kelime de olsa, topluma yol gösterir. Mesela der ki şu şeriat, şu gökyüzü, şu da sensin.    

Kelimeler, iki ya da üç olsun, bir şey söylesin ya da ansıtsın gerçekte küçümsenmez. Her şeyin altında ne de olsa önce bir iki kelime var. Ne kabalacılık ne furuhatçılık denir böylesine. Bu, daha başka bir şey. Yani malzemeye ölçüdür aslında kelimeler. Hangimiz diyebilir, yaşadığımız bunca sorun yumağı başlangıçta bir iki kelimeyle başlamadı. Başta patlayan kabakları birkaç kelime harekete geçirmedi. Aslında bu bozgunların, bu dağılmaların, bu çarpık yapıların, bu otoyolların altında hep bir iki kelime var. 


Y.TÜRK