18 Ekim 2024 Cuma
Verili devletler ve kurulmuş devletler
Verili devletler ve kurulmuş devletler olarak ikiye ayrılır modern cumhuriyetler. Halkın topyekûn bir şekilde kanıyla, canıyla bir milli mücadele vererek ve topraklarını vatan eyleyerek kurdukları siyasi organizasyonlara kurulmuş devletler denir. Kurulmuş devletler, her alanda istiklâl mücadelesi vermiş yapılardır. Ve bu devlet tipine yabancıların deyimiyle ‘Orta Doğu’da, bizim deyişimizle ‘Büyük Doğu’da, Kuzey Avrupa’da olduğu gibi, fazla bir örnek gösteremezsiniz. Yakın çevrelerde, Türkiye’nin yanına birkaç devlet daha koymaya kalksanız zorlanırsınız. Çünkü epeyi, bir yağma düzeni içinde Batılı güçler tarafından ortaya çıkarılmış zorlama hükümetlerdir, o kadar. Yani aslında bu devletlerin büyük kısmı kurulu devletlerden değildir, verili devletlerden sayılır. Ve bu açıdan onların bahtları, şansları, saadetleri ve kutları da yoktur. Gelecekte de bu düşük profilli konumları, sürmeye devam edecektir. Verili devletler, modern dünyada bir kurtuluş ve kuruluş emeği göstermeden işgalci ve sömürgeci güçlerin büyük bir imparatorluğu parçalayarak, Batılıların, her türlü çıkarlarına uygun taksim ettikleri ve kendilerine boyun eğmiş yerel siyasi gruplara ya da hanedan artıklarına sundukları topraklardır. Bugün Orta Doğu'da bulunan birçok devlet, bu ikinci devlet formuna uygun biçimde haritalandırılmış diyarlardır. Lübnan, Ürdün, S. Arabistan… gibi çoğu devlet kazanılmış, hak edilerek kurulmuş yurtlaklar değildir, birilerince sağlanmış mülklerdir. Yarın da birileri tarafından ellerinden geri alınma potansiyelini her daim içinde barındırabilmektedir. Bu nevi devletlerin değişmez yazgısıdır, bu. Hem verilmek hem alınmak onların kaderi haline gelmiştir.
Bu tür müdahalelere ve etkilere maruz kalan, aslında aşiret beylikleri sayılması gereken devletçikler, aynı zamanda bir millet bulamamışlar ve geçmişe doğru da derin bir iz sürememiş suni kurumlardır. Çünkü devlet kurabilmenin de yeryüzünde bir devlet olarak kaim kalabilmenin sırrı da millet mesabesine çıkabilmekte yatar. Öte yandan millet aşamasına geçebilmek daha zordur, toplumlar için. Etrafıma bakıyorum, millet ve devlet kasıntısı yapan toplulukların çoğu, haritalarını günden güne fare gibi kemirenlere karşı koyamadığı gibi ufak bir rüzgârda savrulup gidiyor, tek başına bir millet ve devlet katına ulaşamadığı için.
Bugün Orta Doğu'da, Osmanlıdan
koparılıp da birilerine belli bir süreliğine kiralık verilen toprak parçaları,
bunları size biz verdik şimdi geri alıyoruz denilerek, büyük İsrail için
toplanmaya çalışılıyor.
Y. Türk
9 Ağustos 2024 Cuma
8 Ağustos 2024 Perşembe
İNSANLIĞIN BAŞLANGIÇ ZAMANLARINDA YAŞAMAK İSTERDİM
Neredeyse 9 milyar insan. Seneye 11 milyar. Sonraki yıla belki 15- 16 milyar. Daha sonraki yıllarda 20- 30 milyar. İnsan sayısı ne kadar da şiddetli artıyor, dünyada. Yeryüzü daralıyor. Mekân sıkışıyor. Nüfus sıkışıklığı acayip bir ivmenin ve sertliğin içine girmiş durumda. Ve bu yoğunluk, fevkinde bir uğultu, gürültü ve can sıkıntısı yayıyor. Hem hakikat hem ahlak açısından hem de etik boyutta berraklığı, saflığı sel gibi önüne almış sürükleyip gidiyor. İnsan psikolojisini bozuyor. Gerçekliğin yerini daraltıyor. Hakikatin, doğruluğun ve iyiliğin uygulanabilirlik şansı oldukça azaldı. Bu denli kalabalık ve kesafet, cihana reva mıdır?
Polis devletlerinde nüfusun az olması gerektiğini söyleyen Platon, haklı. Hayatın güzelliği nerededir, bunu bilen biridir, Platon. Yaşamın tadı, etiğin tadıdır çünkü. Mertebededir. Diğer yandan ahlâk ve esas, yoğunluğun azaldığı mecrada dile gelmeye daha müsaitken yoğunluğun arttığı yerlerde gücünü kaybeder. Büyük kalabalıklarda morali ve niteliği korumak her zaman zor olmuştur, kısmen de imkânsız hale gelmiştir.
İnsan popülasyonunu azaltmak için çeşitli askeri ve biyolojik harplerin yapıldığını biliyoruz ve bazen de bunların planladığını duyuyoruz. Bunu yaparak büyük bir insanlık suçu işleyenlere ve ağır bir vebal altına girenlere tavsiyem: doğumları sınırlamak, mesela aileleri belirli sayıda çocukla kayıt altına almak dünya genelinde. Ve bu, insani bir şeydir.
Dünyaya ortalama olarak günde 250 bin ya da 300 bin adet Tanrı parçacığı iniyormuş. Yani Âdemoğlu doğuyormuş. Ruhunu dünyaya zehirlemeye getiriyormuş aslında. Dünya denen bakır kap çalık çünkü. İnsan yavrusu bu çalık kap içinde büyüyor, nefes alıyor. Büyüse ne olur ki? Beşer, ortamının mahsulüdür. İçine girdiği kabın rengini gösterir. İnsan kalabilmenin, adil ve doğru olabilmenin, aile olmanın, ekmeğinin peşinde koşmanın giderek imkânsızlaştığı bir alemdeyiz sonuçta.
Ve öte yandan, sabahtan akşama öyle çalışıyoruz ki hayatta kalmak için, ama ne yoğunlukla ne pislikle. Gelin görün ki günün sonunda hasadımızın neşesini bile süremiyoruz. Ne yapsak ne etsel kirlilikten koruyamadığımız bir emeğimiz var. O denli çaba ve yorgunluk da boşuna. Düşünün, artık beslenmek bile yıkım yaratıyor toprakta. İnsan, bedenine gıda alırken utanır mı yahu! Ne denli ceht edersen et yediğin, haksız kazançtır. Ben yiyip içerken, denizdeki balinalar siyanüre boğulmak zorunda, bilmem kaç hektarlık arazi çöplük haline gelmek durumunda, kuşlar ve kediler rızkından vazgeçmek mecburiyetinde. Doğrusu Batı tipi ekonomiyle buralara geleceğimizi daha önce kestirmeliydik de. Bir yazımda demiştim: Batı uygarlığını biz frenleyemeyeceğiz, lakin doğa durduracak. Meğer haklıymışım. Ama bir gün gelecekte yanılmış olmayı umarım.
Ezcümle kapitalist hücum ve iştahla kemirdiğimiz dünyanın kabuğuna gelindi. Bundan sonrası, kadirbilirlik adına, varlık adına, ömür onuru namına, yürüm/yaşam adına, terbiyeden yana ‘Non Plus Ultra’dır. Daha ilerde bir yer, bir şey yok yani. Başkentlere, ülkelerin kalplerine dek inmiş, militarist, çeteci ve yağmacı geçim zevkinden başka. Dünya ekonomisinin ruhunda bu militarist ruh var. Batının Yahudi çeteleri, dünya sermayesinin ele avuca almış konumda zaten. Ev geçindirmek isteyenler; çetelere, baronlara, loncalara kayıt düşürmek ve tetikçi olmak zorundalar. ‘Dünya herkese yeter’ masalını bırakalım. Yetmiyor. Çünkü zenginlikte bahis yükseldi. Modern insanın gözünü hiçbir şeyin doyuracağı yok, topraktan başka. Bu dünya bu ademoğluna yetmez. Herkese yetse diğer varlıklara yetmez; toprağa, denizdeki balığa yetişmez. Sofra kurmanın dünyayı yok etmekle eş değer duruma gelmiş olması, er kişinin lokmalarını boğazına düğümlüyor.
Enginliğini, temizliğini ve şeffaflığını zayi eden gezegenimiz; kesif, yaralı ve de çok yaşlı. Gelecek zaten sırf bu nedenledir, oldukça puslu. Hallerimizse tekinsizdir, çok kez de karanlıktır. Nüfus artışı dünyamızı maddi ve manevi olarak kıyamete sürüklüyor. Bu da yaşamın anlamını boşa düşürmeye kâfi. Giderayak yırtıcılığını ve yok ediciliğini kabartan kalabalıklar arasında artık ademoğlunun kendisini fark etmesinin, bilmesinin ve kendisine saygı duymasının imkânı var mı? Bu büyük hiçliğin değeri nedir yani?
2 Temmuz 2024 Salı
DEĞİNİ
SORU 1) Öncelikle yola çıkarken İslamcı bir dergi değildir, ümmetçi bir dergidir Kuruluş, demişsiniz. İslam’ın siyasallığı seni de mi rahatsız ediyor?
8 Haziran 2024 Cumartesi
Üç Tarz-ı Siyaset, Üç Tarz-ı Poetika
Namık Kemal’e İslamcı dediğime bakmayın. O hem İslamcıdır hem Batıcı hem de milliyetçi. Bu yüzden Namık Kemal, hep kafası karışık biri olarak addedilmiştir. Oy Kemal’in aynı çapraşıklığı ve karmaşası, sonradan, Türkiye’nin siyasette güdeceği bir yola dönüşmüştür: Üç Tarz-ı Siyaset’e. Ve sadece politik açıdan değil şiirdeki poetik zekâsı ile de bu denli çatışmacı ve karmaşıktır, Namık Kemal. Yani Namık Kemal’in şiirinde de biçim ve içerik bakımından kendi içinde kontrast ve ters yönlere sahip bir yenilik var. Ve O’nun şiirdeki poetik aklı da siyasetteki aklı da birdir, biri diğerinden ayrı düşünülemez. Çünkü Namık Kemal’in düşüncesi, hasım diyebileceğimiz fikirleri ve siyaset tarzlarını yekpare olarak barındırdığı gibi çeşitli poetik görüşleri de şiirinde cem etmiş bir şairdir. Bu özellik, Namık Kemal’in ilkliğinden kaynaklanır. Ondaki bu, birbirine karşı muhalif hatta düşman gibi görünen fikrî ve siyasî yordamları bir arada toplaştırma kapasitesi, şiirinde de birçok poetik kanalı iç içe geçirebilme durumuna taşımıştır şairi, gayrı ihtiyari olarak. Namık Kemal’in, modern Türk siyasetinin de şiirinin de başında getirdiği böylesi ilginç bir deneyim var. Bu kaosa dayalı politik ve poetik duruş sonra çatallanır. Namık Kemal’den geleceğe doğru eş zamanlı olarak üç tarz-ı siyasetin yanında üç tarz- ı poetika da huruç eder. Bunlar: Tevfik Fikret, Akif ve Yahya Kemal şiirleridir. (Yeprem Türk)
3 Mayıs 2024 Cuma
Felsefe Yorgunluğu
Dünya
üzerinde felsefi ve siyasi bir yorgunluk var. Siyasette, kitaplarda, günlük
hayatta hatta etikte bile bunu görmek, hissetmek mümkün.
Belki de bu tür şeylerle, felsefede bir
dairenin tamamlanmış
olduğunu anlıyoruz.
Batı
felsefesi, rezervini tüketti sanırım. Amerika da bu yüzden ortaya çıkmış olsa gerek. Amerika’da felsefe yok. Çünkü şehir devletleri felsefesi küçük ve Amerika hem çeşitli hem kalabalık. Şehir devletleri felsefesi Amerika’da sökmez.
Amerika’nın tek filozofu vardır. O da Ezra Pound.
Felsefe
ya bitecek ya da el, zihin ve dimağ
değiştirmekle kurtulup yoluna devam edecek.
Şehir devletleri mantığı içinde
doğan, gelişen felsefeyi aşmış durumdadır, zamanın
ruhu. Bilirsiniz Antik felsefe, şehir/
site devletlerinde ortaya çıkmıştı. Modern dönemde de felsefe benzer
bir şekilde boy verdi.
Aslında bu, Batı felsefesinin tipik tarihi davranışını
göstermektedir.
Ve eskinin şehir devletleriyle/
beylikleriyle modern çağın
cumhuriyetleri arasında pek bir fark yoktur öte yandan. Dünyanın
nüfus bakımından oldukça kalabalıklaşmış olması bizi
yanıltmasın. Batı felsefesinin değişmez temel özelliğidir, şehir
devletlerini inşa eden dimağla gelmek.
Grek felsefesi olsun veya sonradan ona eklemlenen
modern felsefe olsun, etik ve dimağ
açısından, her anlamda şehir devletleri felsefesidir. Yarın bu dimağ aşıldığında/değiştiğinde farklı bir felsefe ortaya çıkacaktır. Ve tek taraflı bir hakikatle ayakta
duran şehir devletleri/ cumhuriyet devletleri felsefesi bu gelişmiş siyasi yapıları etik açıdan elbette taşıyamayacaktır.
Büyü ile bir kabileyi yönetecek, ayakta tutacak etiği inşa
edebilirsiniz. Ve şehir devletleri felsefesiyle
de bir cumhuriyet / şehir devletleri etiği ortaya çıkarabilirsiniz. Ancak medeniyet devreye girince, sadece şehir devletleri felsefesiyle o büyük felsefi tini
kuramazsınız. İnsanın
dünya ve ahiret mutluluğu demiş ya filozof, felsefenin ufku aslen burasıdır.
Bu hususta Heidegger’ı iyi anlamak gerekir. Heidegger,
hakikat sonrası çağ derken, şehir devletleri dimağıyla ilerleyen bir felsefenin artık mümkün olmadığını
mı kast etmişti acaba? Sanırım, öyle. Ve Heidegger, yine Aristoteles’e
dönmüştü, yani tekrar şehir devletleri felsefesinin başına. Ama işte oradan da bir şey çıkmamıştı.
Galiba Heidegger’in söylemekten kaçındığı şeyi, Erich Auerbach dillendirmiş: ‘Değişmiş koşullar altında, ulus öncesi Ortaçağ eğitiminin sahip olduğu düşünceye dönmek zorundayız, tinin ulusal olmadığı düşüncesine.’
(1)Erich
Auerbach, Dünya Edebiyatının Filolojisi, Metis Yayınları, 2010