18 Ekim 2024 Cuma

KURULUŞ, KASIM- ARALIK 2024, SAYI: 66





 

Verili devletler ve kurulmuş devletler

 

Verili devletler ve kurulmuş devletler olarak ikiye ayrılır modern cumhuriyetler. Halkın topyekûn bir şekilde kanıyla, canıyla bir milli mücadele vererek ve topraklarını vatan eyleyerek kurdukları siyasi organizasyonlara kurulmuş devletler denir. Kurulmuş devletler, her alanda istiklâl mücadelesi vermiş yapılardır. Ve bu devlet tipine yabancıların deyimiyle ‘Orta Doğu’da, bizim deyişimizle ‘Büyük Doğu’da, Kuzey Avrupa’da olduğu gibi, fazla bir örnek gösteremezsiniz. Yakın çevrelerde, Türkiye’nin yanına birkaç devlet daha koymaya kalksanız zorlanırsınız. Çünkü epeyi, bir yağma düzeni içinde Batılı güçler tarafından ortaya çıkarılmış zorlama hükümetlerdir, o kadar. Yani aslında bu devletlerin büyük kısmı kurulu devletlerden değildir, verili devletlerden sayılır.  Ve bu açıdan onların bahtları, şansları, saadetleri ve kutları da yoktur. Gelecekte de bu düşük profilli konumları, sürmeye devam edecektir. Verili devletler, modern dünyada bir kurtuluş ve kuruluş emeği göstermeden işgalci ve sömürgeci güçlerin büyük bir imparatorluğu parçalayarak, Batılıların, her türlü çıkarlarına uygun taksim ettikleri ve kendilerine boyun eğmiş yerel siyasi gruplara ya da hanedan artıklarına sundukları topraklardır. Bugün Orta Doğu'da bulunan birçok devlet, bu ikinci devlet formuna uygun biçimde haritalandırılmış diyarlardır. Lübnan, Ürdün, S. Arabistan… gibi çoğu devlet kazanılmış, hak edilerek kurulmuş yurtlaklar değildir, birilerince sağlanmış mülklerdir. Yarın da birileri tarafından ellerinden geri alınma potansiyelini her daim içinde barındırabilmektedir. Bu nevi devletlerin değişmez yazgısıdır, bu.  Hem verilmek hem alınmak onların kaderi haline gelmiştir.

Bu tür müdahalelere ve etkilere maruz kalan, aslında aşiret beylikleri sayılması gereken devletçikler, aynı zamanda bir millet bulamamışlar ve geçmişe doğru da derin bir iz sürememiş suni kurumlardır.   Çünkü devlet kurabilmenin de yeryüzünde bir devlet olarak kaim kalabilmenin sırrı da millet mesabesine çıkabilmekte yatar. Öte yandan millet aşamasına geçebilmek daha zordur, toplumlar için. Etrafıma bakıyorum, millet ve devlet kasıntısı yapan toplulukların çoğu, haritalarını günden güne fare gibi kemirenlere karşı koyamadığı gibi ufak bir rüzgârda savrulup gidiyor, tek başına bir millet ve devlet katına ulaşamadığı için. 

Bugün Orta Doğu'da, Osmanlıdan koparılıp da birilerine belli bir süreliğine kiralık verilen toprak parçaları, bunları size biz verdik şimdi geri alıyoruz denilerek, büyük İsrail için toplanmaya çalışılıyor.


Y. Türk

 

9 Ağustos 2024 Cuma

KURULUŞ, Eylül- Ekim 2024, Sayı: 65






                                                                  Kuruluş Dergisi Yön. 

8 Ağustos 2024 Perşembe

İNSANLIĞIN BAŞLANGIÇ ZAMANLARINDA YAŞAMAK İSTERDİM


Neredeyse 9 milyar insan. Seneye 11 milyar. Sonraki yıla belki 15- 16 milyar. Daha sonraki yıllarda 20- 30 milyar. İnsan sayısı ne kadar da şiddetli artıyor, dünyada. Yeryüzü daralıyor. Mekân sıkışıyor. Nüfus sıkışıklığı acayip bir ivmenin ve sertliğin içine girmiş durumda. Ve bu yoğunluk, fevkinde bir uğultu, gürültü ve can sıkıntısı yayıyor. Hem hakikat hem ahlak açısından hem de etik boyutta berraklığı, saflığı sel gibi önüne almış sürükleyip gidiyor. İnsan psikolojisini bozuyor. Gerçekliğin yerini daraltıyor. Hakikatin, doğruluğun ve iyiliğin uygulanabilirlik şansı oldukça azaldı.   Bu denli kalabalık ve kesafet, cihana reva mıdır?

Polis devletlerinde nüfusun  az olması gerektiğini söyleyen Platon, haklı. Hayatın güzelliği nerededir, bunu bilen biridir, Platon. Yaşamın tadı, etiğin tadıdır çünkü. Mertebededir. Diğer yandan ahlâk ve esas, yoğunluğun azaldığı mecrada dile gelmeye daha müsaitken yoğunluğun arttığı yerlerde gücünü kaybeder. Büyük kalabalıklarda morali ve niteliği korumak her zaman zor olmuştur, kısmen de imkânsız hale gelmiştir.

İnsan popülasyonunu azaltmak için çeşitli askeri ve biyolojik harplerin yapıldığını  biliyoruz ve bazen de bunların planladığını duyuyoruz. Bunu yaparak büyük bir insanlık suçu işleyenlere ve ağır bir vebal altına girenlere tavsiyem: doğumları sınırlamak, mesela aileleri belirli sayıda çocukla kayıt altına almak dünya genelinde. Ve bu, insani bir şeydir.

Dünyaya ortalama olarak günde 250 bin ya da 300 bin adet Tanrı parçacığı iniyormuş. Yani Âdemoğlu doğuyormuş. Ruhunu dünyaya zehirlemeye getiriyormuş aslında. Dünya denen bakır kap çalık çünkü. İnsan yavrusu bu çalık kap içinde büyüyor, nefes alıyor.  Büyüse ne olur ki? Beşer, ortamının mahsulüdür. İçine girdiği kabın rengini gösterir. İnsan kalabilmenin, adil ve doğru olabilmenin, aile olmanın, ekmeğinin peşinde koşmanın giderek imkânsızlaştığı bir alemdeyiz sonuçta.

Ve öte yandan, sabahtan akşama öyle çalışıyoruz ki hayatta kalmak için, ama ne yoğunlukla ne pislikle.  Gelin görün ki günün sonunda hasadımızın neşesini bile süremiyoruz. Ne yapsak ne etsel kirlilikten koruyamadığımız bir emeğimiz var. O denli çaba ve yorgunluk da boşuna. Düşünün, artık beslenmek bile yıkım yaratıyor toprakta. İnsan, bedenine gıda alırken utanır mı yahu! Ne denli ceht edersen et yediğin, haksız kazançtır. Ben yiyip içerken, denizdeki balinalar siyanüre boğulmak zorunda, bilmem kaç hektarlık arazi çöplük haline gelmek durumunda, kuşlar ve kediler rızkından vazgeçmek mecburiyetinde. Doğrusu Batı tipi ekonomiyle buralara geleceğimizi daha önce kestirmeliydik de.  Bir yazımda demiştim: Batı uygarlığını biz frenleyemeyeceğiz, lakin doğa durduracak. Meğer haklıymışım. Ama bir gün gelecekte yanılmış olmayı umarım.

Ezcümle kapitalist hücum ve iştahla kemirdiğimiz dünyanın kabuğuna gelindi. Bundan sonrası, kadirbilirlik adına, varlık adına, ömür onuru namına, yürüm/yaşam adına, terbiyeden yana ‘Non Plus Ultra’dır. Daha ilerde bir yer, bir şey yok yani. Başkentlere, ülkelerin kalplerine dek inmiş, militarist, çeteci ve yağmacı geçim zevkinden başka. Dünya ekonomisinin ruhunda bu militarist ruh var. Batının Yahudi çeteleri, dünya sermayesinin ele avuca almış konumda zaten. Ev geçindirmek isteyenler; çetelere, baronlara, loncalara kayıt düşürmek ve tetikçi olmak zorundalar. ‘Dünya herkese yeter’ masalını bırakalım. Yetmiyor. Çünkü zenginlikte bahis yükseldi. Modern insanın gözünü hiçbir şeyin doyuracağı yok, topraktan başka. Bu dünya bu ademoğluna yetmez.  Herkese yetse diğer varlıklara yetmez; toprağa, denizdeki balığa yetişmez. Sofra kurmanın dünyayı yok etmekle eş değer duruma gelmiş olması, er kişinin lokmalarını boğazına düğümlüyor.

Enginliğini, temizliğini ve şeffaflığını zayi eden gezegenimiz; kesif, yaralı ve de çok yaşlı. Gelecek zaten sırf bu nedenledir, oldukça puslu. Hallerimizse tekinsizdir, çok kez de karanlıktır. Nüfus artışı dünyamızı maddi ve manevi olarak kıyamete sürüklüyor. Bu da yaşamın anlamını boşa düşürmeye kâfi. Giderayak yırtıcılığını ve yok ediciliğini kabartan kalabalıklar arasında artık ademoğlunun kendisini fark etmesinin, bilmesinin ve kendisine saygı duymasının imkânı var mı? Bu büyük hiçliğin değeri nedir yani?

Y. TÜRK

2 Temmuz 2024 Salı

DEĞİNİ

Farklı İslam ülkelerinde, her yeni gelen jenerasyon, din ve medeniyet kardeşliğinde irtifa kaybediyor. Ve bizde de durum farklı değil. Yeni nesillerimiz, tarihi bir kopuşla, ‘misak-i milli’ dışında kalan aynı medeniyete bağlı toplumlarımızı açıkçası hüsrana uğratarak geliyorlar alttan. Ortadoğu’da, Afrika’da, Balkanlar’da; dedelerinin Osmanlı Türkiye’si menkıbeleriyle büyüyenler Yeni Türkiye’ye geldiklerinde atalarının anlattıkları Osmanlı Türkiye’sinin neredeyse eskide kalmış olduklarını görüyorlar. Bu da dışardan bize bakanları endişeye ve firaka sürüklüyor. Afrika’da ve birçok İslam ülkesinde hâlâ cetlerimiz yad ediliyor. Ecdadımızın bu tarihi varlığı ve medeniyet anlamındaki o büyük talihi; o insanlara olan sevecenliğiyle, yardım etme ve sevgi besleme iştiyakıyla teşekkül etmişti. Ve ecdadımızdan bize kalan en önemli atalık (miras) da budur. Aynı milletten olmakla doğan bu kardeşliği, bu mirasın sahibi olarak fedakârlıkla ve içtenlikle olgunlaştırarak, aynı ruhu yenileyerek ayakta tutmaya devam etmeliyiz, oysa. Genlerimize ve hissiyatımıza yerleşmiş bu sahih ve manevi kardeşliği hiçbir şahsi ve maddi çıkara feda edemeyiz, etmemeliyiz. Bu kadim kardeşlik terbiyesini sürdürmeliyiz. Bu konuda aşkla, şevkle gayret etmeliyiz. ************************************************************************************************************************** Yavgalarımızın eski kardeşlerinden doğan yeni nesiller de, doğrusu Türkiye’nin her zaman kendine has bir kültürle ve tarihi bilinçle, tavırla hareket etmesini istiyorlar. Bu nedenle resmi sınırlarımız dışında kalmış kardeşlerimizi daha fazla şaşırtmamalıyız. Hayal kırıklıklarına uğratmamalıyız. ************************************************************************************************************************* Elbette birkaç yüzyıldır başka uygarlıkların, coğrafi kutupların siyasi ve kültürel hegemonyasında yaşıyoruz. Asya’daki kardeşlerimiz sosyalist cephenin mağdurları oldular. Bizler de Arap kardeşlerimizle birlikte Batı hegemonyası altında ezildik. Bütünken parçalandık. Kardeşken birbirimizden uzaklaştırıldık. Kültürel anlamda ve kendi siyasetimiz bakımından kesintiye uğratıldık. Ama geçici problemlerdir, bunlar bizim için ebedi değil. ********************************************************************************************************************* Kuşkusuz bizim istikametimiz daha başka, tarzımız da daha ayraldır. Bu yol ve veçhede bir gün daha sıkı saflar halinde buluşacağımızı ümit ediyoruz. Ve bu uğurda kendimizi daha yeter yetiştirmeli, terbiye etmeli ve pişirmeliyiz. Kendimizi yakın gelecekteki kardeşlik günlerine hazırlamalıyız. Bu eksikliği son göç sorununda da gördük. Birbirimizi sevmeyi, idare etmeyi hatta aynı yolda yürümeyi unutmuşuz. Birbirimize karşı anlaşma noktalarımızı, sevgimizi, saygımızı ve samimiyetimizi yitirmişiz. Ve bir yolunu bulup ecdadın kurmuş olduğu o büyük kardeşliği, müminler olarak tekrar inşa etmeliyiz. Aynı coğrafi kutup içinde bağlarımızı sıkılaştırmalıyız, iyileştirmeliyiz; bunu da imanla, ilimle, irfanla yapmalıyız. *************************************** Y. Türk

SORU 1) Öncelikle yola çıkarken İslamcı bir dergi değildir, ümmetçi bir dergidir Kuruluş, demişsiniz. İslam’ın siyasallığı seni de mi rahatsız ediyor?

Yok, bu iş öyle değil. Her şey siyasidir, bir yönüyle; nereden bakarsanız bakın böyledir. Öncelikle söyleyelim, siyasallaşma sanıldığı gibi kolay bir şey değil. Büyük bir etik, ahlâk, derinlik ister. Diğer yandan siyasa en kirli en şovenist şeyleri de içine almaya meyilli bir kavramdır. Siyasanın modern yönü, Makyavelizmi falan düşünün, böyle kurulmuştur. Çevreden kuşatılmıştır. Bu nedenle siyasadaki etiği yakalamak zordur. Zaten bir şeyi siyasallaştırırken ahlâkı ve etiği tam da orta yerinden zapteden insanlar siyasallaşmanın hakkını vermiş olanlardır. Mevlâna’nın siyasi olmadığını kim söyleyebilir. Ya da Yunus’un. Ama işte adamlarda büyük bir terbiye var, moral var. Diğer yandan onların siyasası ile bizim siyasamız çok ayrı. Arada ufuk farkı büyük. Başka bir örnek daha vereyim. Ensar ile Muhacir kardeşliği büyük bir siyasi olaydır. Bu siyasilik ahlâkî yönden aşılamamıştır. Aşılamaz da. Aslında samimiyet ve yaşam önemlidir, siyasallıkta. Hak, hukuk, fedakârlık mühimdir. Ensar, Muhacirlerle mallarını paylaşmışlardı. Ensar, muhacirler geldikten sonra fakir duruma düşmüşlerdi. Bir de bize bakın. Günümüze gelin. Orta sınıf patronların birçoğu Suriye’den gelen muhacirlerin emekleri üstünde zenginleşmiştir. Yerli işçiye 200 liraya yaptırılan işler muhacire 20- 30 liraya yaptırılmıştır. Üstelik terör örgütleri aracılığıyla da topraklarına, mülklerine, şehirlerine el konulmuştur. Doğu, Güneydoğu gibi diğer birçok bölgede de muhacir olarak gelenlerin etinden kemiğinden beslenilmiştir. Bu, çok ağır bir sorumluluktur, vebaldir. Yani şunu demek istiyorum: Muhacir emanet edebileceğiniz bir topluluğunuz, toplumunuz bile yokken neyin siyasallaşmasını yapıyorsun. Burada şunu görüyoruz aslında. Siyasallaşma öncesinde büyük bir ahlâka sahip nüfus kitleleri oluşturmanız gerekiyor. Bence bunu yapmadan siyasallaşmaya kalkanlar büyük bir facianın altında kalırlar. İnsan kalitesi önemlidir. Gelen göçmenler peki kaliteli miydiler? Diye sorarsanız, derim ki: hayır. Mallarınızın tamamını verseniz alırlar. Bu bana yeter, demezler. Düşüklük karşılıklı yani. Toplumsal kalite, bütünlüklü gelir. Ve her şeye rağmen, misafire merhamet önemlidir. Onlara iyi davranmak zorundayız. Biz onlarla aynı Peygamberin ümmetiyiz. Bu, her şeyin üstünde bir değere sahiptir. Bir batılı gibi düşünemeyiz. Ve Avrupa’nın nasıl siyasallaştığını biliyoruz. Bu siyasallaşma sonunda dünya üstünde büyük sömürgeler kuruldu, göçler ortaya çıktı. Ülkeler darmadağın oldu. Güçsüz toplumlar yok edildi. Yok edilmeyenler köle haline getirildi. Şimdi bu siyasallaşmak mıdır? Avrupa siyasası bu yönüyle tiksinçtir. Mide bulandırıcıdır. Avrupa haksız kazançlarla, yağmalarla kurulmuş bir bahçedir. Hakiki siyasallaşma, karşıdaki insanların iyiliğini, selametini ve sıhhatini istemektir. *************************************************************************************************** İslam’ın siyasallaşmasına gelirsek şunu söyleyebiliriz. Yukarda saydığımız şartlar yerine gelmişse neden olmasın? Avrupa’nın İslam’ı siyasallaşmasını kınamasına bakmayın. Burada başka hesaplar var. Fransa ve İngiltere örneğin, II. Abdülhamid'i İslam'ı siyasallaştırmakla suçlarken Avrupa içindeki kamuoyuna onun ateist olduğu propagandasını da yayabiliyordu. Onlar sadece siyasi bir yapı olarak başka bir siyasi cephenin ortaya çıkmasını istemiyorlar. İslam değil sadece felsefe de siyasallaşır. Platon, böylesi bir çerçevede değerlendirilecek bir filozoftur. Felsefeye siyaseti sokar. Ve modern felsefenin de nasıl siyasallaştığını biliyoruz. Modern felsefe Fransa İhtilali ile siyasallaşmasını tamamlamıştı. Hegel’in, Napolyon üzerinden keşfetmiş olduğu ‘zeitgeist’ keyfi de bundandı. Hegel, aslında Napolyon’da modern felsefenin siyasallaşmasını görüyordu. Ve bunu kutluyordu. Ama Hölderlin, bu siyasallaşmaya pek sevinmemiş hatta tersine üzülmüştü. Çünkü Hölderlin, çağın ruhu Napolyon sonrası gelen siyasi taifeyi, Mussolini, Hitler (Führeri)’i de sezmişti. *********************************************************************************************************************************** Ve sosyalizm, başlı başına siyasal bir cepheydi. Ama farklıydı, bunun hakkını vermek gerekir. Yunan’dan ve Platon’dan bu yana hiçbir felsefenin sırtta taşımaya değer bulmadığı, hiçbir ideolojinin ve siyasi doktrinin hakkını savunmadığı, evine davet etmediği ve bazen Roma gibi devletlerin vatandaş olarak dahi görmediği, eskilerde adı homo sacer olarak bilinen ama şimdilerde adı ‘Küçük adam’ olan evrensel kesimin sözcülüğünü yapmak, onları ekonomik bilinç şemsiyesi altında siyasallaştırmak istemesiyle önemlidir. Eskilerde köle sınıfına dahil olan ama antik felsefeyle birlikte geri insan şeklinde sınıflandırılan, modern felsefenin de yine aynı gözle baktığı ve Locke, Spinoza ve Hegel gibi isimlerin ‘ilkel insan, sıradan insan, yoksul ve ayaktakımı’ şeklinde bir şube ayırdığı, hakları dinler dışında herhangi bir doktrin ve siyasaca savunulmamış kişilere en azından modern dünyada bir yer kazandırmasıyla yankı bulan bir görüşün sahibi olmasıyla dikkate değerdir, sosyalist cephe. Elbette burada, Marx’ın bu kesim üzerinden sıçrama yapmasında Hegel’in önemini de unutmamak gerekir. Dini alan dışında bu sınıf üzerinde etkili olan son siyasi bilinç , Komünizm idi. Bu sınıfın geldiği yeri felsefi anlamda ‘Proletarya’ addetmek mümkünse de sosyalizmin devamı gelmediği için Batı bilinci bu sınıfı bugün ‘küçük adam’ şeklinde lanse etmektedir. Ya da iki sınıftan birini seçmeye zorlanmaktadır, proletarya. Yani denilmektedir ki ‘proletarya’ değilsen, küçük adamsındır. Bu da başka bir siyasadır. Buradan biraz daha devam edeyim. Çünkü yoksullardan konuşuyoruz. Yoksulların bir Haz. Muhammed’i oldu bir de Marx’ı. İyi ya da kötü, Sakallı, bir şekilde fukaraları, züğürtleri savunmuş oldu. Bakü bozkırlarında sırtında yırtık hırkası ve elindeki ekmek kırıntılarıyla dolaşan yoksul şair Khlebnikov, kendisinin kim olduğunu soranlara ‘Ben Marx’ın karesi, Muhahmmed’in varisiyim şeklinde bir cevabı boş yere vermiyor. Yoksullar duygusal insanlardır. Ve çoğunlukla duygusallıkla maneviyat iç içedir. Din, gariplerin üstünde yükselir, hadisi şerifini böyle daha iyi anlamış oluyoruz. Aslında bu söylediklerime benzer bir şeyi de Hegel köle efendi diyalektiğinde fark etmişti. Ama yoksullar, bugün dünya siyasasında yalnız kaldılar. Komünist coğrafi kutup yıkılınca proletarya, küçük adama dönüştü. Bugün Avrupa’da küçük adam diye azarlanıyor, proletarya. Ve buradan derin siyasa çıkarabiliriz. Onların ellerinden tutabiliriz, Müslümanlar olarak. ********************************************************************************************************************************* Bunlar ortadayken İslam’dan bir siyasa çıkarmak niye hoş görülmesin? İslam’ın siyasal bir bütünlük kurma gayreti neden eleştirilsin? Bu hususta elbette Batı kamuoyunu anlayabiliyoruz. Birincisi: Batı kamuoyunun, üstünde yaşadığı felsefe uygarlığının siyasallaşmasının kendilerine fayda sağlayacağının bilincinde olması. İkincisi de: Başka bir coğrafî kutbun doğmasının kendilerinin siyasi ve ekonomik hinterlandını daraltacağı gerçeğidir. ******************************************************************************************************************************* Plautus der ki oyunlarının birinde ‘Yüreğimiz var, var ama yüreğimizi dayayacak bir yer yok.’ Bu sözü ben Nuri Pakdil’den okumuştum, önce. Ve bu sözün anlamı, bu sözü Nuri Pakdil’den duymakla yerine oturdu. Alıntı da olsa sözün manasını, bazen size aktaran verebilir. Yani insanlara yüreklerini dayayacakları yeri verirken bunu hangi ahlakla ve hangi insanla inşa edeceğiniz önemli. Bunu yaparken ucunda ölüm dahi olsa, yüreğini bize sunanlara ihanet etmemeliyiz. Yüreğini bize uzatmış olanla da asla ‘sen ben’ söylencesine girmemeliyiz. ******************************** Devamı, Kuruluş'ta olacak

8 Haziran 2024 Cumartesi

KURULUŞ, TEMMUZ- AĞUSTOS 2024

Üç Tarz-ı Siyaset, Üç Tarz-ı Poetika

Cumhuriyet Türk şiirinde biçimsel yenilikler genelde sol kaynaklıdır. Örneğin Orhan Veli. Mesela serbest veznin gelişine öncülük eden Nâzım Hikmet. Sağcılarsa bu yeni biçimlerin içeriklerini doldurmakla ve bu yeni şekilleri daha işlevsel hale getirmekle iştigal etmişlerdir. Şinasi, Namık Kemal gibi cumhuriyet evveli ilk yenilikçi isimler elbette başka. İlk yenilikçilerini modern Türk şiirinin, neredeyse İslamcılar sayabiliriz. Cumhuriyetin ilanından sonraysa şiirdeki biçimci yenileşmeler solcu şairlere doğru kaymıştır. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin özeti aslında şu: Biçimsel yenilikte başarı solda iken bu biçimlere yerli değerleri katabilme kudreti de sağcı şairlerdedir.
Namık Kemal’e İslamcı dediğime bakmayın. O hem İslamcıdır hem Batıcı hem de milliyetçi. Bu yüzden Namık Kemal, hep kafası karışık biri olarak addedilmiştir. Oy Kemal’in aynı çapraşıklığı ve karmaşası, sonradan, Türkiye’nin siyasette güdeceği bir yola dönüşmüştür: Üç Tarz-ı Siyaset’e. Ve sadece politik açıdan değil şiirdeki poetik zekâsı ile de bu denli çatışmacı ve karmaşıktır, Namık Kemal. Yani Namık Kemal’in şiirinde de biçim ve içerik bakımından kendi içinde kontrast ve ters yönlere sahip bir yenilik var. Ve O’nun şiirdeki poetik aklı da siyasetteki aklı da birdir, biri diğerinden ayrı düşünülemez. Çünkü Namık Kemal’in düşüncesi, hasım diyebileceğimiz fikirleri ve siyaset tarzlarını yekpare olarak barındırdığı gibi çeşitli poetik görüşleri de şiirinde cem etmiş bir şairdir. Bu özellik, Namık Kemal’in ilkliğinden kaynaklanır. Ondaki bu, birbirine karşı muhalif hatta düşman gibi görünen fikrî ve siyasî yordamları bir arada toplaştırma kapasitesi, şiirinde de birçok poetik kanalı iç içe geçirebilme durumuna taşımıştır şairi, gayrı ihtiyari olarak. Namık Kemal’in, modern Türk siyasetinin de şiirinin de başında getirdiği böylesi ilginç bir deneyim var. Bu kaosa dayalı politik ve poetik duruş sonra çatallanır. Namık Kemal’den geleceğe doğru eş zamanlı olarak üç tarz-ı siyasetin yanında üç tarz- ı poetika da huruç eder. Bunlar: Tevfik Fikret, Akif ve Yahya Kemal şiirleridir. (Yeprem Türk)

3 Mayıs 2024 Cuma

Felsefe Yorgunluğu

 

Dünya üzerinde felsefi ve siyasi bir yorgunluk var. Siyasette, kitaplarda, günlük hayatta hatta etikte bile bunu görmek, hissetmek mümkün. Belki de bu tür şeylerle, felsefede bir dairenin tamamlanmış olduğunu anlıyoruz.

Batı felsefesi, rezervini tüketti sanırım. Amerika da bu yüzden ortaya çıkmış olsa gerek. Amerika’da felsefe yok. Çünkü şehir devletleri felsefesi küçük ve Amerika hem çeşitli hem kalabalık. Şehir devletleri felsefesi Amerika’da sökmez. Amerika’nın tek filozofu vardır. O da Ezra Pound.

Felsefe ya bitecek ya da el, zihin ve dimağ değiştirmekle kurtulup yoluna devam edecek.

Şehir devletleri mantığı içinde doğan, gelişen felsefeyi aşmış durumdadır, zamanın ruhu. Bilirsiniz Antik felsefe, şehir/ site devletlerinde ortaya çıkmıştı. Modern dönemde de felsefe benzer bir şekilde boy verdi. Aslında bu, Batı felsefesinin tipik tarihi davranışını göstermektedir. Ve eskinin şehir devletleriyle/ beylikleriyle modern çağın cumhuriyetleri arasında pek bir fark yoktur öte yandan. Dünyanın nüfus bakımından oldukça kalabalıklaşmış olması bizi yanıltmasın. Batı felsefesinin değişmez temel özelliğidir, şehir devletlerini inşa eden dimağla gelmek.

Grek felsefesi olsun veya sonradan ona eklemlenen modern felsefe olsun, etik ve dimağ açısından, her anlamda şehir devletleri felsefesidir. Yarın bu dimağ aşıldığında/değiştiğinde farklı bir felsefe ortaya çıkacaktır. Ve tek taraflı bir hakikatle ayakta duran şehir devletleri/ cumhuriyet devletleri felsefesi bu gelişmiş siyasi yapıları etik açıdan elbette taşıyamayacaktır.

Büyü ile bir kabileyi yönetecek, ayakta tutacak etiği inşa edebilirsiniz. Ve şehir devletleri felsefesiyle de bir cumhuriyet / şehir devletleri etiği ortaya çıkarabilirsiniz. Ancak medeniyet devreye girince, sadece şehir devletleri felsefesiyle o büyük felsefi tini kuramazsınız. İnsanın dünya ve ahiret mutluluğu demiş ya filozof, felsefenin ufku aslen burasıdır.

Bu hususta Heidegger’ı iyi anlamak gerekir. Heidegger, hakikat sonrası çağ derken, şehir devletleri dimağıyla ilerleyen bir felsefenin artık mümkün olmadığını mı kast etmişti acaba? Sanırım, öyle. Ve Heidegger, yine Aristoteles’e dönmüştü, yani tekrar şehir devletleri felsefesinin başına. Ama işte oradan da bir şey çıkmamıştı.

Galiba Heidegger’in söylemekten kaçındığı şeyi, Erich Auerbach dillendirmiş: ‘Değişmiş koşullar altında, ulus öncesi Ortaçağ eğitiminin sahip olduğu düşünceye dönmek zorundayız, tinin ulusal olmadığı düşüncesine.’

 (1)Erich Auerbach, Dünya Edebiyatının Filolojisi, Metis Yayınları, 2010


Yeprem Türk